Monday, September 29, 2008

interventionist art, dark matter and the rise of enterprise culture

Try again. Fail again. Fail better. Mucsarnok Kunsthalle, Budapest

http://www.mucsarnok.hu

Curator: Somogyi Hajnalka
Artists: Francis Alÿs, Zbyn?k Baladrán, Terence Gower, Joachim Koester, Ádám Kokesch, Runo Lagomarsino, Armin Linke, David Maljkovic, Ania Molska, Rosalind Nashashibi, Michael Rakowitz, Société Réaliste, Caspar Stracke

Borrowing its title from Samuel Beckett (Worstward Ho, 1982), this exhibition presents plans and stories of modernity that are about exploring or (re)arranging the world, about architecture or geopolitics. The participating artists are spurred to work by the desire to learn about the last century, about the great discoveries, those ideal plans and modern structures that were meant to be perfect, just as they are lead by the wish to participate in the reassessment of the present situation and of future possibilities by understanding the failures and achievements of the past.

The term “modern” is used every day, mostly as a synonym for “latest,” “anti-traditional” or “practical.” The roots of the word certainly go back to at least the age of Enlightenment, and in certain respects even to the Renaissance. This was when those theories of philosophy, economy, politics and culture were born that served as the foundations for the age of modernity. The basis of these theories has been the conviction that the human intellect is empowered to fully cognize and comprehend the world, both on a micro and macro scale. It has been a faith in perpetual change through which we can systematically make order in our world, conquer all organic and inanimate energies of the universe, and create the most perfect of all possible worlds, a glorious empire of human intellect where truth and happiness rules.

Events of the past centuries, despite undeniable technological and scientific progress, seem to prove the impossibility of such utopia. Communism was carried out and fell to its doom like an ugly parody; the whirlwind of capitalism has been sweeping to the sideline all values not measurable in money; military aggression throughout the twentieth century has fundamentally shaken the faith in human sense and goodwill; in service of our own comfort, we are on the verge of destroying the ecosystem. What is the use of human judgement if the declared programmes of modernity are, slowly but surely, making life impossible? Is it that the principle itself is flawed or that we continue to fail at putting it into practice?

These are the questions that the exhibition’s internationally recognized artists seek to answer through film, photography, collages and installations.

tatil

biraz mola herkese iyi gelir...

Saturday, September 20, 2008

Electric Palm Tree Open Circuit #1: Yogyakarta

Electric Palm Tree (EPT)
Open Circuit #1: Yogyakarta

Open Circuit #1: Yogyakarta is a gathering of artists, curators, writers
and other cultural producers from different parts of the world, aiming to
analyze ways of approaching various local social and cultural contexts.
Open Circuit is a central project of Electric Palm Tree’s first year of
existence, sharing its interests in comparatively looking at different
(regional) discourses on the socio-political transformations in the world
of the last decades and at new intellectual and artistic vocabularies
describing encounters of difference. The work in Yogyakarta is set to be
the basis for an exhibition next March at SMBA Amsterdam.

Open Circuit #1: Yogyakarta consists of closed door workshops and a series
of public program, Nocturnal Ngabuburit, which take place in different
venues across Yogyakarta. Please consult the program and do join us! For
more information on Open Circuit #1, please contact the coordinator Grace
Samboh at: gracesamboh@yahoo.com

Electric Palm Tree is a long-term project for artistic and intellectual
practice that focuses on issues related to the politics of culture in the
current global society, developed by the curators Kyongfa Che, Binna Choi
and Cosmin Costinas.


Open Circuit #1: Yogyakarta
Public program
NOCTURNAL NGABUBURIT


23 September | JNM | 07.00 PM

Welcome by KPH Wironegoro

EPT in Yogyakarta, introductory presentation by EPT curators

Distance, screening of the films compiled & introduced by Hafiz

Jogja National Museum
Jl. Amri Yahya 1, Gampingan [+62(274)586105]
www.jogjanationalmuseum.org


24 September | KKF | 07.00 PM

Musafir, presentation on the project in progress on the notion of mobility
by ruangrupa (Ade Darmawan & Reza Afisina)

Franz Kafka Metamorphosis meets the theory of the political
transformation, an audio-visual event on the notion of transformation by
Vit Havranek & Zbynek Baladran

Intervention by Agung Kurniawan

Kedai Kebun Forum
Jl. Tirtodipuran 3 [+62(274)376114]
www.kedaikebun.com


25 September | IVAA | 07.00 PM

World of Occupations, talk based on a home-made booklet “World of
Occupations” with Gonzales International (Sabi Yoon & Minja Ku)

Do what you want if you want as you want, screening of the latest video
works by Tadasu Takamine

Desert Island Blues, talk & screening on psychological profile of the
castaway as a concept of an ancient fear: that of eternal loneliness by
Heman Chong

Hosted by Farah Wardani & Pitra Hutomo

Indonesian Visual Arts Archive
Jl. Patehan Tengah 37 [+62(274)375247]
www.ivaa-online.org


26 September | KCSC | 07.00 PM

No False Echoes, screening of the latest films by Wendelien van Oldenborgh

Nationalism & Technology, a panel discussion after screening

Moderated by Nurani Juliastuti

KUNCI Cultural Studies Center
Jl. Nagan Lor 17 [+62(274)414231]
www.kunci.or.id


27 September | CAH | 07.00 PM

Liminal Space, presentation on a collaborative project by Galit Eilat

Trenchant Stances, presentation by Eileen Legaspi & conversation with Ade
Darmawan

Moderated by Nindityo Adipurnomo

Cemeti Art House
Jl. D.I. Panjaitan 41 [+62(274)371015]
www.cemetiarthouse.com


28 September | JNM | 07.00 PM
Narrative of Random Images, thoughts after the closed door workshop

Exercise in Movement, workshop for improvising movement with Sung Hwan Kim

Viva Los Amigos/Amigo Del Mal Tiempo (a friend in need is a friend
indeed), performance by Reza Afisina

Moderated by EPT curators

Jogja National Museum
Jl. Amri Yahya 1, Gampingan [+62(274)586105]
www.jogjanationalmuseum.org

Wednesday, September 17, 2008

Sarhoş Olduk Hrazdan'da, Sırf Umuttan

Agos - Erivan-İstanbul

16 Eylül 2008, Salı

Duramadım İstanbul'da. Aldım yanıma ailemden 14 yürek daha, gittim Hayasdan'a.

Sokakları dolaşırken, beklemediğim bir duyguyla karşılaşıyorum. Bundan üç yıl önce geldiğimde ne kadar da yaşlı görünmüştü şehir gözüme, ne kadar yalnız, ne kadar hüzünlü. Bu defa hiç öyle hissetmiyorum. Hayat gelmiş buraya, şehir gençleşmiş.

Bir taksiye biniyoruz, bizi anıta götürsün diye. Anıt yolunda dayanamayıp soruyorum şoföre, maçla ve Gül'ün gelişiyle ilgili ne düşünüyor diye. "En önemlisi sınırın açılması. Asıl sorunu çıkaranlar devlet yönetimi. Bıraksalar halk kendi ortak dilini bulur" diyor. Kim ki bu adam? Yüzünü görmek istiyorum. Göremiyorum.

Çıkıyorum merdivenleri, Soykırım Anıtı'na doğru. İlerleyemiyorum önce anıtın olduğu yere. Çöküyorum müzenin girişinin kenarındaki taş tümseğin üstüne, uzaktan izliyorum. Daha önce de gelmiştim buraya, üç yıl önce. Ama bu defa farklı. Niye bu kadar ağlıyorum? Niye bu kadar etkileniyorum? Biz babamı İstanbul'a gömmemiş miydik, yüz binlerle birlikte? Sonra, kavgalı olduğum Tanrı'yla konuşuyorum: Affederim seni, ama bir şartla. Bana söz ver, babamın sonuncu olduğuna dair. Bu iki halktan 1915 ve sonrasında ölenlerin sonuncusu olsun. O zaman belki öfkem de azalır sana.

Sonra müzeye iniyoruz. Resimler içini parçalıyor insanın. Bugün interneti açarsam kaç tane benzerini görebileceğimi düşünüyorum, bugünle ilgili, şu anla ilgili… Tam da o dakikada, ne kadar çok ırkçılık yapıldığını, ne kadar çok ırkçılık kurbanı olduğunu hissediyorum ruhumda. Nasıl bir dünyada yaşıyoruz? Burası sadece 1915 Soykırım Anıtı mı?

Müzeden çıkınca anıt beni çağırıyor bu kez; gitme cesaretini buluyorum. Giderken, biri yanıma yanaşarak, geçen 24 Nisan'da yüz binlerce insanın, üzerinde "Malatya" yazan duvarın önünde durup çiçekler bıraktığını anlatıyor. Sonra, anıtın göbeğine varıyorum. Kimse kalmamış görünürde. Ama yalnızlık hissi yok içimde. Ne kadar da huzurlu. Sanki bir şey beni merkezine çekiyor. Tüm ırkçılık kurbanlarıyla nefes alıyorum o göbekteki delikten. Bıraksalar da şuraya kıvrılıp uyusam…

Sonra yemeğe gidiyoruz hep beraber. Babamın Türkiye'den gelen gazeteci dostları, arkadaşları orada toplananlar. Utanmadan masanın başına oturuyorum, masayı en iyi noktadan doyasıya seyretmek istiyorum. Babam da bu restorana gelmiş daha önce. Restoran sahibi neredeyse eliyle yedirecek bana yemekleri. Masadakilere bakınca, babamın son yazısında yazdıkları aklıma düşüyor: "Türkiye'de kalıp yaşamak, hem bizim gerçek arzumuz, hem de Türkiye'de demokrasi mücadelesi veren, bize destek çıkan, tanıdık-tanımadık binlerce dostumuza olan saygımızın gereğiydi." Ne kadar da kızgınım babama, bırakıp da gitmediği için yurtdışına. Al bak, dostların yaşıyorlar, onlar ‘Türk', benim saf babam, bir türlü anlamadın ‘Ermeni' olduğunu; kendini onlarla nasıl da bir tuttun, denk saydın. Ne kadar da kızgınım, bilemedin diye; Ermeni yazar çizerin, aydının, Türkiye'de yaşama hakkı yoktur diye.

Ama ya bu akşam? "Hrant'a!" diye kadeh kaldırıyorlar. İlacımın son damlasını veren, Cemal Paşa'nın torunu oluyor. Burada gelenekmiş masadakilerin sırayla kalkıp konuşma yapması ve kadeh kaldırılması. Kalkıyor ayağa ve onu buraya babamın getirdiğini anlatıyor. Birbirimizin acılarına saygı duymaktan bahsediyor, gözleri yaşlı, sesi titrek. Herkesin gözlerinden yaşlar süzülüyor masada.

Dayanamıyorum, dışarı kaçıyorum restorandan, doyasıya ağlamak için. "Benim aslan babam" diyorum o akşam. Bu insanları bırakıp nereye gidilir? Elbette kalacaktı! Kızgınlığım, öfkem azalıyor bu gezide. Sanki 19 Ocak'tan beri içine kapatıldığım yüksek basınçlı kavanozun kapağı pıt diye açılıyor Yerevan'da. Yüreğim genişliyor. şöyle büyük bir nefes çekiyorum içime. Sıkışmış yüreğim genleşiyor, büyüyor... Havası mıdır acaba bu Yerevan'ın? Büyüleyici güzelliği midir acaba Hrabarag'ın? Eçmiadzin midir? Yoksa futbol mu? Yoksa, onlar yaşadıkları, ama babam öldürüldüğü için hayatlarını kıskandığım dostlarıyla, babamın bir rüyasında yaşamak üzere bir arada olmak mıdır? Acı zamanlarda da yanımızdaydı bu insanlar, ama bu defa farklı. Geleceği Ermenilerle birlikte inşa etmek için gelmişler buraya. Umut yolculuğuna çıkmışlar babamla.

İlaç öyle bir ilaçtı ki, ertesi gün hiç uyanmadım. Bir rüyada yaşadım.

Bütün Yerevan'la birlikte maça yürüyerek gittim. Cumhuriyet Meydanı'ndan Hrazdan'a upuzun bir yol, bir tepeye tırmanış başladı. Akın akın. Yokuş yukarı çok yürümüşlükleri vardır Ermenistanlıların, yıllardır, her 24 Nisan'da. Vakur ve sessiz. Bu sefer vakur ve coşkulu ve sesli ve neşeli... Nasıl da keyifli herkes! Bir şölene davetliyiz sanki. Zıplayarak çıktım yokuşu, bir o yana bir bu yana koşarak. Sonra birden o bayraklar belirdi sağımda; yokuşun kenarında yol boyu dizilmiş, gencecik, hatta çocuk sayılabilecek askerlerin arasından. Sanki çocuk askerler bu manzarayı korumak için dizilmiş yokuşun kenarına. İzin alıyorum, aralarından geçip manzaraya yaklaşmak, bu anı bir fotoğraf karesinde saklamak için. Yok-mok diyor biri. "Meg hadig, inç gıllas"* diye yalvarınca dayanamıyor, gülerek "Peki" diyor. Hepsi anladı coşkumu ve gülerek izin verdiler, aralarından bir o yana bir bu yana zikzaklar çizerek yokuşu çıkmama, manzarayı içime çekmeme. Ermenistan ve Türkiye bayrakları yan yana göndere çekilmiş. ‘Baş başa' kalmışlar. Hava ne kadar da rüzgârlı; sanki doyasıya dalgalansınlar diye birlikte, "Hasret giderin" dercesine... Biraz daha tırmanınca yokuşu, dün taşlarına çöküp babam için ağladığım Soykırım Anıtı düştü iki bayrağın arasına. Kalbim çırpınmaya başladı. Dün hıçkırıklarla ağladığım yeri, babamın mezarını, bugün gönderdeki iki bayrağın arasında görünce nasıl da coştu yüreğim. Ölümün yalnızlığı azaldı. Yalnızlık, yerini birlikteliğe bıraktı. Ölümün hüznü azaldı. Yerini umuda bıraktı, bir daha yalnız kalmama umuduna. Bir daha ölümün yaşanmaması umuduna. Gelecek umuduna. Diriliş umuduna.

Stadyuma girer girmez müziği duydum; Ara Kevorkyan. Hani bazı müziklerin insanın hafızasında özel bir yeri vardır ya, işte bu müzik de benim hafızamda Ararat ile Karolin'in düğün müziği. Sonra babamı gördüm sanki. Stadyumun tam ortasında göbek atıyor. Bir oraya koşuyor, bir buraya.

Dayanamadım, babam öldürüldüğünden beri hiç hissetmediğim bir coşku hissettim ve oynamaya başladım.

Göbek attık o gece biz babamla Hrazdan Stadyumu'nda karşılıklı. O günden, 19 Ocak'tan beri gözümün önüne gelen bütün görüntülerde babam yüzükoyun kaldırımda. Ayağa kalktı babam kısa süreliğine, Hrazdan Stadı'nda, 6 Eylül akşamı. şölene katılmak için. Davet sahibi yine babam. Bir keyifli, bir keyifli. Açmış kollarını iki yana kocaman, sanki kucaklayacak herkesi, bütün stadyumu. Ararat'ın düğünündeki gibi, Agos'un 10. yıl gecesinde oynadığı gibi, gözümün içine baka baka, o sahanın göbeğinde oynadı da oynadı. Gözleri dolu dolu. Bir Ali'ye sarılıyor, bir Tuba'ya, bir Salpi'ye, bir Dikran'a, bir Gül'e, bir Sarkisyan'a. "Rüyası"nda buluştuk babamla Hrazdan Stadı'nda o akşam. Sarhoş olduk sırf umuttan, bir damla alkol bile almadan. Umut yolculuğunun bir durağında buluştuk.

Sonra birden iki takım sahaya çıktı ısınmak için. Türkiye takımı çıkarken hafif ıslıklar duyuldu. Ayağa fırladım, "Pari yegak, hoş geldiniz!" diye bağırmaya başladım. Hayasdan tribünlerindeydim. Önümde oturan üç kız dönüp garip garip yüzüme baktılar. Hayatımda hiç maça gitmedim. Pek futbol da bilmem öyle... Zaten ilgilenmiyorum da işin futbolla ilgili kısmıyla. O arada, karşı tribünlerde, Genç Siviller'in posteri ilişti gözüme: "Arda topu Sarkis'e at." Zaten coşmuşum, iyice coştum. Hayasdan atağa geçiyor, top kaleyi bulmuyor, oturduğum Hayasdan tribününden bir ses "Ha s.ktir" diye bağırıyor. Hayasdan atağa kalkıyor "Koş be oğlum, koş be" diye bağırıyor bir başka ses, yine Türkçe. Türkiye takımından bir futbolcu yere düşüyor; benim gözüm Hayasdanlı futbolcuda, elinden tutup kaldıracak mı acaba? "Kaldır, vertzur" diye fırlıyorum yerimden. Gooooool! Kaldırıyor, ve ben ayakta alkışlıyorum. Tribündekiler yine bana dönüyor. Sonunda, biri bana "Türk müsün?" diye soruyor, Türkçe. "Yok" diyorum, "Ermeni'yim, Türkiye'den." Sonra tanışıyoruz etraftakilerle. Biri yıllar önce Hemşin'den gelmiş, biri Trabzonlu. Bir diğerinin akrabaları, yine yıllar önce İstanbul'dan gelmiş. Bütün konuşmalar Türkçe Hayasdan tribününde. Kim olduğumu soruyorlar sonra. Gözleri doluyor her birinin, cevabı duyunca. Sonra bir ara arka sıralardan bir su uzatılıyor. Sürekli dans ettiğimi, bağırıp çağırdığımı gören, bilmediğim biri, ihtiyacım olduğunu hissetti herhalde. Böyle kabul ediyor beni Hayasdan tribünü.

Türkiye tribününün yanındaki tribünde oturan, Kanadalı bir diaspora Ermenisi soruyor bana "Türkiye'ye ayrılan tribününün yanında oturuyorduk. Orada maçı izleyenlerin ellerinde çiçek vardı, onlar Türk mü gerçekten?" "Türk tabii" diyorum. Garip bir ışık beliriyor yüzünde, "Bravo!" diyor. Üzülüyorum onun için. Belli ki, bugüne kadar, günlük hayatında Türklerle tanışma, yakınlaşma fırsatı olmamış...

Ne kadar "dikkatli" oynuyor iki takımın da futbolcuları. Sanki birbirlerini incitmemek icin ayrı bir çaba harcıyorlar. Bir ara, bir Ermenistan ve bir Türkiye oyuncusu, top için mücadele ederken omuz omuza bir pozisyona düşüyorlar. İkisi iki taraftan ittiriyor, ama bir türlü biri diğerinin dengesini bozamıyor, bozmuyor. Öylece kalıyorlar birkaç saniye, yan yana, omuz omuza. "Böyle de maç mı seyredilir?" demeyin. İtiraf ediyorum, böyle şeylere bakmaktan asıl golleri kaçırdım ben. Hayasdan golleri yiyor, bizim tribün biraz sessizleşiyor, ve maçın bitiş müziği çalıyor. Bakıyorum, futbolcular tokalaşacak mı diye. Goooool! Sarılıp öpüşüyorlar. Öndeki üç kız kalkıp dans ediyor, 0-2'lik skora rağmen. Belli ki onlar da maçın sonucunda değiller artık. Anladılar bir şölende olduklarını. Maç çıkışı, yokuş aşağı yürüyüşe geçiyoruz bu sefer. Hiçbir taşkınlık yok yine. Hatta, hâlâ şarkılar söyleniyor, bağırılıyor: "Hayasdan! Hayasdan!"

Önümde yürüyen birinin tişörtünün arkasındaki yazı ilişiyor gözüme: "I won't forget - I won't forgive."** Peki ya ben? Unutacak mıyım? Affedecek miyim? Hastalığım tekrar nükseder mi? İyi olmak pek kolay değil bu ülkelerde. Belli olmaz devletin çıkarının bugün yarın ne getireceği, kimin acı çekeceği, ezileceği... Pek kolay değil, babanın asıl katillerinin bulunmadığı, bulunmak istenmediği bir devletin vatandaşı olarak yaşamak!.. Üstelik, bütün bu acıları, salt belli bir ırktan olduğun için yaşıyorsan... Kolay değil, babanın katilinin, senin güvenliğin için var olması gereken polis ve askerle zafer fotoğrafı çektirdiği Türkiye bayrağına karşı aidiyet hissetmek... Tekrar tokat yemeyeceğinin hiçbir garantisi yok. Oldum olası sevmemişimdir zaten bayrak denen şeyi, hangi ülkeye ait olursa olsun. Ama içim ısındı o gün, hem Türkiye hem Ermenistan bayraklarına. Büyüdü ikisi de gözümde. Belki de bayrakları tek başlarına sevmiyorum ben, yüceliği anlatmak için kullanıldıklarında. Ama başka bir duygu veriyor, yan yana, kardeşlik için göndere çekildiklerinde. Hastalık tekrar nükseder mi bilmem, ama en önemlisi, ben reçeteyi buldum bu 5-6 Eylül Ermenistan gezisinde. Tek reçetem, "babamın rüyalarında" yaşamak.

6 Eylül 1955'e alternatif bir "6 Eylül" yazıldı Hrazdan'da o gece, 6 Eylül 2008'de. Ne 6 Eylül 1955'i ortadan kaldırdı, ne de yaşanan diğer acıları. Ne güzel de göndere çekildi iki bayrak yan yana, Soykırım Anıtı'nın iki yanına, bir fotoğrafta da olsa. Ne soykırım ortadan kalktı, ne soykırım inkarı, ne de babam geri geldi. Değiştiremedi geçmişi. Ama alternatif bir geleceğin kapısını araladı.

Hadi birlikte ittirelim o kapıyı. Hadi be, gelin birlikte kaldıralım şu adamı o kaldırımdan, sonsuza kadar. Nasıl birazcık kalkıp geldiyse Hrazdan Stadı'na göbek atmaya, coşmaya, gelin, öyle bir şeyler yapalım ki, hiç yatmamak üzere kalksın o kaldırımdan. Bırakmayalım orada kanamaya devam etsin. O orada yattıkça ve kanadıkça acıyor, acıtıyor... Gelin, bırakalım, geçsin sınır kapısından, bir o yana bir bu yana. Kedi-köpek koştursun sınırda, hayalindeki gibi. Hadi be, Ermeni'siyle, Türk'üyle... Hadi, tutun babamın bi ucundan. Uzatın elinizi. Merak etmeyin, zaten o nazlanmaz, hele sizi hiç kırmaz, bir dediğinizi iki etmez, hemen kalkar, sizinle birlikte sınır kapısında gidip göbek atmaya. Yeter ki bir el verin. (DD/TK)

* Bir tane, n'olur.

** Unutmayacağım - affetmeyeceğim.

*** Hrant Dink'in kızı Delal Dink'in bu yazısı, Agos'ta 12 Eylül 2008'de yayınlandı.

for Kulturaustausch Berlin Autumn'08 issue

Neither One Way nor the Other: A Quest for a New Language

The other day I came across a “trivial” piece of news on the Turkey’s biggest, most populist and –for many people- most problematic newspaper Hurriyet’s webpage: Army foundation in collaboration with a big private group were just about to inaugrate a 31 meter high Turkish soldier monument on the hills of Polatli, dominating the west road to Ankara. Army’s involvement with politics in Turkey is well-known. Especially after 1980 coup d’etat, this involvement also reflected itself into the public sphere, shaping it through symbolically loaded monuments. As followed by the world, the Supreme Constitutional Court has just given its decision on AK Party case; not to be closed down but warned with a cut from state subsidy. To me, this 31 meter big monument symbolizes a trapped language of reaction against the transforming balances of the country. In the meantime, another related discussion started: A huge investigation titled Ergenekon came to court against a sort of crime organization which is supposed to work on another coup d’etat that would bring AK Party government down. Many important names are involved, many invisible relations can be revealed if this investigation is not used as a stigmatization by the government for those who are not happy with the status quo.

The intense polarization between kemalist nationalists versus neo-liberal muslims -in the national assembly shaped as between CHP and AK Party- realizes itself in many forms of public forum. However, there is also a silent majority waiting for this tide to cool down. And many left thinking people try to re-formulate where they stand in general and in the case of Ergenekon case, how to react against AK Party policies which are not that innocent and how to transform Ergenekon case into a big opportunity to clear big questions in Turkish public’s mind about the misunderstood phenomenon of democracy in Turkey. The points that separate the leftist fractions have come to the foreground again in this discussion. Briefly, Turkey is suffering from the lack of a fresh, effective and strong standing left politics that can clear out the populist exagerations and polarizations pushed by the strong media outlets. An important discussion has just started.

In this state of affairs, the cultural scene’s potential to develop alternative, sideways thinking is much more expected to realize itself. The contemporary change, especially in the visual artist’s role as knowledge producer and activator can play a vital role, since immediate, to-the-point reactions and a fresh counter-language are needed. However, as far as observed, at the moment these kinds of reactions are coming from the cartoon comics tradition – weekly magazines such as Penguen and Uykusuz- rather than the visual arts scene and the cultural scene in general. Only some blogs started by active people in the visual arts field try to generate a different discussion environment to break the inertia. The answers to the question “Why?” is very much related with the scene and the irregularities in the making of cultural policies.

The lack of communcation between Ankara –the capital city symbolizing the state and Istanbul reveals an ingenuous characteristic of the cultural scene in Turkey. I may talk more about the visual arts scene for I work in that field. While Ankara – is out of touch with the contemporary art production and related discussions, Istanbul has an image of active and flourishing art scene with the Biennial becoming more well-known; with an international contemporary art center collaborating with many different art institutions abroad, some private art museums/complexes which started to operate in recent years such as Istanbul Modern, Santralistanbul, Pera Museum, Sabanci Museum and some artists’ initiatives such as Apartman, BAS, Masa, Hafriyat and Pist developed to stand as balance points against this “private” scene and the last but not the least the approaching European Cultural Capital 2010.

The main problematics is known by the followers of the scene in Istanbul which has become a favorable location for many art people with its unique city dynamics: Despite all that takes place, the arts and culture is invisible for the governmental authorities and all that has been realized is through private money –that is banks, big families and groups- and culture funds from abroad. Most importantly, there is no funds to support young artists’ production, that means it is very difficult for young artists to stand on their feet with their production and survive the post-graduation period. Private collections interested in contemporary production are very few and the state stopped collecting three decades ago. As one professor of mine, who is a well-known artist himself, says “The problem in Istanbul is not the lack of exhibition spaces but the lack of production spaces.”

How the newly founded private art complexes lack the infrastructure and resist the necessity of infrastructure and how they refrain from working with the young professionals –artists, writers and curators- of the scene is another big discussion. In this article, I’d like to formulate my stand point around two remarkable attitudes towards arts from the sides of the polarization between kemalist/nationalist elites and neo-liberal muslim bourgeoise to be able to point out to the traumatized gap I mentioned above.

Today contemporary art discusses the educational status quo in arts and intends to develop different potentialities through alternative models. Workshops, discussion groups become part of the international organizations, Young Curators’ Workshop organized under Berlin Biennial for the last two editions and Global Institute organized by Okwui Enwezor and his team for Gwangju Biennial this year are most recent examples. In Turkey, just as there are not production spaces created for young artists in the post-graduation period, established art teaching schools seem very closed and negative towards what is happening as contemporary art today. This attitude became public during the last edition of the Istanbul Biennial, when the dean of Marmara University Fine Arts Faculty gave a public declaration against some critical points made by Hou Hanru in his conceptual framework regarding modernity as understood and applied by, what is known today as, kemalism. She blamed Hanru for not being sensitive towards the ethnic conflicts of Turkey, trying to create further conflicts by calling some kemalist policies as anti-humanist. This unfortunate remark by the Dean created a big public discussion about the biennial not because of the biennial itself but because of what Hanru wrote. Actually, what he wrote was suggested and theorized by some other sociologists two decades ago, obviously not having been read by the Dean.

Statism has always been very strong in Turkey, and the above mentioned situtation exemplified how an important art educational instution cannot define its autonomy beyond the borders marked by statism. It is also a reflection of the tense polarization of kemalist and nationalist elite and neo-liberal muslim bourgeoise. Any critical statement made towards the foundational ideas of the state is seen as a threat, trying to separate the country by this elite. Furthermore, the incident was a clear remark of the “threat” –as understood by these circles- coming from the contemporary art, which tries to create a critical and political stance. Recent internationalism in the contemporary art scene with created a nationalistic group within the visual arts for they see the whole situation as injected by globalism. Naturally, some other alternative models are created around but it is still very likely to hear about some incidents in these established art academies where the students interested with what is happening in contemporary art are rejected when they want to write their final graduation thesis on it. Thus, not only art production but also art discussion and writing cannot yet have their own spaces in these schools. Art education is one of the problematic inner circles in the system today.

The case of European Culture Capital 2010 is where the governmental authorities are directly involved with the cultural scene -providing more facilities- for the activation of the whole project. However, the government hurrying the opening of Istanbul Modern and Santralistanbul, both privately funded, tend not to improve its role in creating public funds and leave the scene to private money in general. The Ministry of Culture is more interested in bigger museum projects rather than activating new models for the existing neglected ones. Up until now, the processes of 2010 have been pretty closed and bureaucratic. The only visible public action operated by the committee was a poster competition whose results echoed the self-orientalizing attitude appeared in the pamphlets produced during the last Istanbul Biennial, declaring the theme Istanbul: City of Four Elements. This kind of image glorification attempted shows how European Culture Capital is seen as a step towards Europe, a rather bureaucratic one not towards a better cultural scene. Of course, one doesn’t want to forebode the negative in the whole process since it is the first of its kind as a public fund open to different projects. On the other hand, European Cultural Capital as a project should be criticised for its preceding results used more for culture tourism, the independent voices not really getting support that seems to be given and the cities still paying their debt loads after becoming capitals such as Graz in Austria. And it has been also known in Istanbul that projects applying for the fund are encouraged towards applying for private money with a 2010 logo that would help, because the fund given from EU may not be enough for the designed prospect.

How the government understands the whole thing is another issue. Sulukule, the historical Roma neighbourhood in the old city, is being gentrified. Real inhabitants of the neighbourhood are forced to move outside city center and their houses are destroyed for “cleaning” the area to some “profiting” investments. Sulukule Platform is working to change the given decision and to make public aware of this crisis and save the neighbourhood. Upon this, the Prime Minister announced that people would be very content at the end of this process and thank them for realizing it. He continued that they are cleaning the city for approaching Culture Capital 2010 and NGOs working to save the neighbourhood don’t understand them. As expected, this statement was received with a huge criticism from the cultural scene. 2010 commitee didn’t react. Thus, this incident nourished the suspicions as rumours spread in the city that a project on Sulukule was not accepted by the Visual Arts Committee of 2010.

Neither one nor the other? It seems so. The independent voices of the contemporary arts scene that has a strong potential should be more active in producing the language that may activate the traumatized gap inbetween these two lines. In the recent times, there were attempts to create collectivities working against the populist nationalism trend. However, the disagreements about how to produce a substantial, critical voice over a long period of time were similiar to the disagreements among the different groups on the left in Turkey. Thus, it didn’t work. Alternative means of financial support should be discussed thoroughly in this framework to be able sustain the stance created. The anger –as a reactionary profile of everyday politics- coming together with hope is always a good recipe for change. Both for the left and the potential of contemporary art.

Tuesday, September 16, 2008

martin beck at gasworks

Panel 2: "Nothing better than a touch of ecology and catastrophe to unite the social classes…" is Martin Beck's first solo exhibition in London. Using as a backdrop a particular episode of the environmentally-focused 1970 International Design Conference in Aspen (IDCA), Colorado, Beck has created a show where the presented works, as well as the display system that marks the space of the exhibition, are composed into a conceptual tableau that raises questions of historicity and referentiality. In doing so, Panel 2 continues the artist's ongoing interest in the history of exhibition systems and their relation to Minimal and Conceptual art, particularly around issues of emancipation and control, the social and its administration, for which his recent engagement with George Nelson's portable panel-based exhibition system Struc-Tube was only one example.

The exhibition's subtitle quotes from a statement delivered by the so-called French Group at the 1970 IDCA. Written by Jean Baudrillard and partly aimed at the conference's advisor Reyner Banham, the statement questioned the motives behind the conference's embrace of ecological issues. Since its inception in the early 1950s, the conference had acted as an exchange platform between renowned designers and architects with business leaders and corporate magnates to discuss relations between design and industrial production. The French Group argued that the conference's new found interest in ecology masked the larger political struggles of the time. By diverting ideology "onto rivers and national parks" rather than "class discrimination", "wars" and "neo-imperialist conflicts", the conference would bypass the real challenges that society faces.

How historical references are negotiated and translated into visual language has been a recurrent concern in Beck's work. The works in the exhibition – all specifically made for it and in media ranging from print, photography and video, to sculpture and architecture – respond to a number of interrelated narratives and motifs that were directly or indirectly influenced by or came out of the reflections that emerged from the conference and its immediate contexts. Such narratives notably encompass the ecology of the aspen tree and the US military-sponsored hypermedia system known as The Aspen Movie Map, a forerunner of the GPS. With this in mind, Panel 2 creates a setting that sits at the intersection between the interests of the ecology movement, its narratives and visual representation on the one hand, and those of the corporate/business world of the time on the other.

The exhibition is framed by a historical section put together by the artist in the entrance of Gasworks. Additionally, a handbook edited by Beck which contains textual and visual material related to 1970 IDCA is free for visitors to take away.

EVENTS

Thursday 18 September, 5.30-9pm

5.30-7pm – Aspen: A Specific History: Martin Beck in conversation with Emily King (design historian and curator). Followed by the private view (7-9pm).

Saturday 4 October, 3pm
Exhibition tour led by Christine Takengny (Curatorial Assistant, Gasworks).

Thursday 30 October, 7-9pm
Methodology and History: a talk by Martin Beck moderated by Emily Pethick (Director, The Showroom).
In association with Department of Art, Goldsmiths.
Location: Ian Gulland Lecture Hall, Goldsmiths, University of London, New Cross, London SE14 6NW.

Gasworks
155 Vauxhall Street
London SE11 5RH
http://pipeline.gasworks.org.uk
http://www.gasworks.org.uk

Monday, September 15, 2008

"logical actions" by runo lagomarsino in malmö
















Logical Actions

Public Event/Screening
Thursday 18th of September, from 20.00.
In the crossing between Parkgatan and Kristianstadsgatan, Malmö.
As part of The European Social Forum 2008.


LOGICAL ACTIONS
Ongoing project sense 2005
Slide projection loop

Studies of globalisation have identified the new fractures between the global and the local exploring the complex connections between the two. The point of departure of this work is not only the local, in terms of social spatial boundaries at the core of our identities, but also the local read through the gaze of everyday life. Moving around in my neighbourhood, it is easy to identify globalisation narratives that name the local as threaten by the global forces of market capitalism. “Public” spaces have been appropriated with increasing media marketing that may sell from cloth to airplane flights, speaking to our desires of being loved, of belonging, of being protected and safe. But, moving around in my neighbourhood it is also easy to identify other globalisation narratives that speak about resistance, insubordination and re-appropriation.

This work is grounded in an ongoing documentation of a three commercial billboards located in my neighbourhood. The work illuminates the everyday forms of resistance that open this closed landscape, created between market capitalism and consumers and illuminates a new arena through which neighbours speak to and with each other.
These “new cultural products” are not fixed, they change all the time like some kind of everyday conversation among citizens, like a silent and generous share of alternative knowledge and an invitation to subversive spaces. These new cultural products
are neither regulated or organised, a form of fighting back where the pleasure of destabilising these enormous amount of market production in chaotic ways should not be sub-estimated. An everyday form of subversion that is transformed week after week, month after month.

Against the market production of billboards that commodifies public space, and destroy social bonds through the creation of the individualised desire of isolated consumers, the images presented narrates other stories, tells us about other needs and other people. But most of all re-codifies the local as a space where the interaction between people is more important that the interaction between capital and goods. In other words: they make our neighbourhood safe. They protect us. They create an inclusive we, when market capitalism speaks about exclusive I, they name the present and dream the future.

Saturday, September 13, 2008

Tomorrow is Humourless -Marijn van Kreij's Solo Show at SMBA

From mid-September the exhibition space at Stedelijk Museum Bureau Amsterdam will be annexed by the work of Marijn van Kreij. Large wall paintings, combined with drawings in various formats and styles, transform the space into a colourful, anarchistic interplay of diverse artistic forms. Central aspects of Van Kreij’s work such as appropriation, copying, citation and redefining return in this powerful three-dimensional installation which is begin staged by the artist himself under the title ‘Tomorrow is Humourless.’

Van Kreij’s art production includes drawings, paintings, photographs, objects and videos that often refer to the popular and mass culture of the 20th and 21st century. Using written and drawn symbols and forms, he shows us a world in which playfulness prevails and rules are made to be broken. One of his points of departure is the denial of any difference between the expressive power of images and words. That reveals itself in wall paintings of text fragments or drawings that at the same time appear to be notes. Examples of this can be found in the publication Marijn van Kreij - O Let it Be (2008).

Marijn van Kreij (Netherlands, b. 1978) graduated from the St. Joost Art Academy, Breda, in 2003 and in 2005/2006 worked at the Rijksakademie van Beeldende Kunsten, Amsterdam. Among the awards he has received was the basic prize of the Prix de Rome, Drawings/Graphics in 2004. In 2006 he received the Uriôt Prize, which enabled him to realise his publication Marijn van Kreij - O Let It Be (Drawings, photographs and collages) in 2008. In 2007 Van Kreij’s work was also to be seen in the Stedelijk Museum Amsterdam as part of Drawing Typologies (Proposals for Municipal Art Acquisitions).

Wednesday, September 10, 2008

updates on "work the room" (for non-turkish blog readers)

Work the Room is an open end process project where the roles of the determining factors of contemporary art production -artist, audience, space and curator- become subject to change, to be played on and to be problematized. Upon the invitation from the curator Övül Durmuşoğlu (Istanbul/Vienna), Muruvvet Turkyilmaz (Istanbul) and Marijn van Kreij (Amsterdam) have come together in GON comic book store in Istanbul -on Yeni Çarşı Street descending fromGalatasaray Square- to work together with the shop's living and working conditions between 4th-11th September 2008. As the fifth day has arrived, the two artists -working on inscription and writing as a personal and collective performance territory- have been investigating the circumstances of producing together with the curator, the audience and the space during Work the Room. And Övül Durmuşoğlu breaks in the flux of ongoing production through not only putting different obstructions, objects and comments but also inviting surprise guests.

In Istanbul, the production of contemporary art projects focus on the result most of the time. During Work the Room process -which develops in the area where viewing producing the art work and viewing it come across each other- the activities of the artists and the curator are being recorded. The records updated on http://worktheroomproject.blogspot.com will be transformed into a publication afterwards.
The first participant invited by Durmusoglu to intervene in the project was the curator Adnan Yıldız (Berlin/Istanbul). Yıldız read the Anatolian fairytale of Keloğlan through the approach of oral history leaking into the everyday politics, accompanied by turkish breakfast, on 4th September.Meanwhile, Mehmet Dere (Izmir) made his intervention " Not Blood but Milk!". On 9th September, the curator Basak Senova (Istanbul) interrupted Work the Room through questioning Muruvvet Turkyilmaz, Marijn van Kreij and Övül Durmusoglu about the process and the methodologies in research during the project. Within this week, another young artist Caner Aslan (Istanbul) will realize his interruption and Can Altay (Istanbul) will accompany Marijn van Kreij at Açık Masa (Round Table) -initated by Muruvvet Turkyilmaz- to talk about his artistic process and production.

Tuesday, September 9, 2008

news from stealth: architecture biennale in venice
















This year we are co-curating the Dutch pavilion at the Architecture Biennale in Venice, together with Saskia van Stein from the Netherlands Architecture Institute. Our Biennale entry is called ARCHIPHOENIX - FACULTIES FOR ARCHITECTURE. Instead of starting out with an exhibition we have set up a platform for exchange of ideas on the future of the architecture discipline. If you are in Venice from 11-14 September, please join the program. We would be more then happy to see you! 

The project focuses on five questions each architect encounters: WHY WE MAKE - beyond the profitable simplicity into the social sustainability, WHAT WE MAKE - beyond the artifact, HOW WE WORK - beyond the singular into the collaborative, FOR WHOM WE MAKE - beyond power to empowerment, and finally WHAT IT TAKES TO MAKE (AND UN-MAKE) - beyond the sustainable: challenging the flow of resources, materials and people. These five seemingly simple questions, if put to face the future challenges ahead might turn to become serious issues for discussion!

Coming out of the days of debates, interviews, lectures, workshop, an exhibition and a book are made on the spot, in collaboration with the editorial group we formed. For updated program, live video stream and downloadable book (updates on daily basis) visit: http://www.facultiesforarchitecture.org/program.php.

The program will be changing on a daily basis to accomodate variety of programs.

This year it is Venice two times! We are part of the exhibition in the Italian Pavilion, curated by Aaron Betsky and Emiliano Gandolfi.

Friday, September 5, 2008

kaos gl eylül

Bu Akşam da “Eller Havaya” Yapalım mı?

Tam bir hallaç pamuğuyuz bu yaz yine; parti kapatma davaları, dernek kapatma davaları, tamamına erir mi ermez mi bilemediğimiz “kimin eli kimin cebinde” soruşturmaları. Hem bi Çakkıdı’mız Romeo’muz da yok dertleri bir nebze unutturacak. Bugün gazetenin baş sayfasında Hrant Dink’e tetiği çeken çocuğun İstanbul polisine çektirdiği fotoğraf, sanki Yeşilçam artiz ajansı için çektirilmiş portre fotoğrafı gibi. Bir değil iki değil, alışmış kudurmuştan beterdir, iki hafta geçer yine unutulur. Görevbilir polis teşkilatımız da bu tetiği çekenlerin, çektirenlerin hepsini olmaları gereken yere göndermek yerine, bu fotoğraftan anlam çıkaran basın kuruluşuna dava açacakmış, şikayetçiymiş. Bir devlet ki hep halka rağmen. Duygularını boyamak için Polatlı tepelerine otuz bir metre yüksekliğinde asker “anıt”ı yaptıran, daha yükseği Rio de Janeiro’daki kollarını açmış Kurtarıcı İsa heykeli otuz sekiz metre. Anıtın boyu ima edilen zaferi övmektense dayandığı kusurun büyüklüğünü bastırmaya çalışıyor sanki.

Seksen sonrası çocukları olarak her açıklığa bize geçmişin büyüklüğünü öğreten büstler/ anıtlar konulmasına çok alışkınız. Ama bu seferki bir başka geliyor. Dönüşen Türkiye’nin dengeleriyle baş edememe kendini yine fallüs merkezci bir dil üzerinden ifade etti. Bir kısım fallüs, iktidar, ataerkillik üzerinden giden formülleri ne kadar çözümlüyorsa, bir kısım da bu çözümlemeleri umursamıyor bile, bunu biliyoruz. Sonuç ise hep aynılar aynı yere, ayrılar ayrı yere oluyor.

Aslına bakarsanız, milliyetçilik ve muhazafakarlığın yükselişte olduğu dünya genelinde de aynı hesap söz konusu. Her grubun kültürünün yaşamasına destek veren birtakım çok kültürcü politikalar görünürde farklılıklara değer veriyor. Altını kazıdığımızda ise farklılığı desteklemek adına bireylere kendilerini ancak bir grubun parçası olarak ifade etme şansı veren ve sınırları keskinleştiren başka türlü bir söylem çıkıyor. Son zamanlarda denk geldiğim “Mistaken Identity” makalesinde Kenan Malik, Batı kültür emperyalizminin ihraç ettiği şeyin hep şikayet edildiği gibi New York’ta Bombay’da ya da Roma’da aynı pahalı kahveyi aynı dükkanda içmek değil yerel kültürü yerleştirmek olduğunu söylüyor. Bu kültür korumacı kollamacı tavır bir arada yaşamayı imkansız hale getirirken vaziyetleri “ya sev ya terket” derecesinde şiddetlendiriyor; bize çok tanıdık. Evet, 1989’da duvarları yıktılar; ama bugün gruplar arasında görünmez duvarlar yükseliyor. Bir zamanların ütopyası Yugoslavya’nın acılı ve kanlı ayrılışında da, bugün birinci dünya ülkelerinde yükselen ırkçılığın, Ortadoğu’yu travmatize eden sekteryen politik dincilğin altında da bu çok-kültürcü, kültür korumacı yaklaşım yatıyor.

Kısacası mesele çok ciddi. Birtakım kollektivite değerlerini önemserken bunların bir sonraki aşamada ne hale gelebileceğini de ön görmek gerek. İş artık –içleri boşalmış- aydınların değil, “farkında” olanların omuzlarında; direniş aynı anda pek çok cephede.
Amsterdam Üniversitesi’nde dinleme şansı bulduğum –kendisi minik sözleri büyük-Judith Butler, kendini aydınlanma zihniyeti üzerinde ayakta tutan ve muhafazakarlaşan akademyada aydınlanmanın ardındaki akıl ve eleştiri kavramlarını yeniden okuyarak bugünün eleştirel tavrının oluşturulup oluşturulamayacağını sorgularken “karşı görüş” üretmenin ne kadar kıymetli olduğunun altını çiziyordu. Bunun o gün orada kendisinden ille de “cinsiyet”le ilgili bir şeyler söylemesini bekleyenlere önemli bir yanıt olduğunu düşünüyorum. Neo-liberal muhafazakarlık döneminde farklı söz söyleme hakkı, karşı görüş üretme potansiyeli esaslı bir stratejiyle ellerden alınıyor, farklı oluşlara “politik doğruculuk”la fazla bir kıymet ve önem verilerek. Bu “ahval ve şerait”in Türkiye’deki yansıması bugünlerde kemalist ulusalcı vs neo-liberal islamcı polarizasyonun giderek şiddetlenmesi üzerinden işliyor. Öbür taraftan da eskiden olduğu gibi hala görmezden gelme üzerinden, bugünlerin en sıcak örneği Ahmet Yıldız cinayeti. Birtakım körbakarlar hala ülkenin geçmiş travmalarını, Türkiye’nin büyük bir kısmının direnme biçimi olarak muhafazakarlığı seçtiğini görmezden gelerek, durumu globalizasyon enjeksiyonu olarak görüyor, “azınlık hakları”ndan söz edildiğinde ülkenin dış mihraklar tarafından bölündüğünü düşünüyor.

Ayrımların pamuk ipliği ile birbirine tutunduğu yerlerde insanın içi bir başka acıyor. Sözü Beyrut’a getireceğim. Bazı mahallelerinden sadece arabayla geçebildiğiniz, bazı yerlerinde fotoğraf çekerken göz altına alınabileceğiniz Beyrut’a. Lübnan’ın yaşadığı sert politik ayrılıkları anladığınızı sandıkça daha derin muammaya gömülüyorsunuz. Arapça konuşan dünyada kültür ve sanat tartışmaları platformu oluşturan Home Works kültür forumunun dördüncüsünü takip etmek için gittiğim Beyrut’ta ilk gün tanıştığım Khalil Joreige “Beyrut küçük görünür, ama yerler arasındaki mesafeler göründüğünden daha büyüktür,” demişti. Ne demek istediğini birkaç sonra Beyrut’ta yaşayan farklı grupların birbirine nasıl değmediğini fark ettiğimde anladım. Şehrin güneyindeki Şii mahallelerinin sınırını yol kenarlarındaki kalaşnikof tüfekli bayraklarıyla verilen şehitleri öven Hizbullah panolarını gördüğümde. Şehir gergindi. (Nitekim tek Arap LGBT örgütü Helem’in de barındığı Zico House’un birkaç blok ötesindeki Future TV bir ay sonra darbe benzeri bir eylemle bombalandı.) Home Works dahilinde intihar bombacıları meselesini tartışmak için bir araya getirilen panel gerçekten fiyaskoydu. Acılar o kadar tazeydi ki, kimse durumu teorize edemiyordu bile. Öte yandan tartışanlar hep aynı gruptandı, tartışmanın kendisi de bir yerde kilitlenmeye ve kendini tekrar etmeye mahkumdu.

Home Works programı dahilinde, Arab Image Foundation’ın da kurucularından sanatçı Akram Zaatari hazırladığı video programı “Let it Be” ile bu gerginliğin içinde kendine cinselliğin şiirselliğini ön plana çıkarmak istedi. Ağırlıklı olarak seksenlerin New York gay çevresinde üretilen videolardan romantik- ama kanımca tek yönlü- bir seçme yapan Akram seçkisini geceyarısı sineması formatında gösterdi, hatta pornografik göndermeleri olan bir seriyi şehir merkezine uzak, mimar Bernard Khoury’nin Karantina bölgesindeki stüdyosunda yapmayı tercih etti. Eşcinselliğin yeraltı gece kulüpleri dışında çoğunlukla hasır altı yaşandığı, kendisi farklı olmasına rağmen erkek egemen geleneksel Arap kültüründen nasiplenen –böyle bir ayrılık halindeki- Beyrut’ta bence bu programın sadece sanatsal bir hareket olarak gerçekleşmemesi gerekirdi. Üzerine kurulu olduğu hikayeler hep beyazdı, esas problemli bölgeye pek girmiyordu. Ama bu belki de esas “tehlikeli meseleler” üzerine hala anlamlı bir üretimin ortaya çıkmamasından kaynaklanıyordu.

“Let it Be” dahilinde işleri gösterilen William E. Jones’u bu vesileyle tanımak ise yaptığım bütün eleştirilere rağmen benim için Beyrut’ta oluşumun önemli kazanımlarından biriydi. Aynı zamanda porno endüstrisinde de -takma adla- çalışan Jones, dünyanın dört bir tarafında gösterdiği işlerinde üretilen arzu konumlarını yeniden ele alı, bakışı oluşturan katmanları kendi eliyle analiz edip tekrar kurgulamayı deniyor. Örneğin, 1962’de Ohio Mansfield’de polisin yerleştirdiği gizli kameralarla tuvalette ilişkiye girmiş eşcinsel çiftleri görüntüleyip bu görüntülerden “cinsi sapıkları”n nasıl yakalanacağı üzerine hazırladığı eğitimsel filmi internetten düşük kalitede bulmuş, sonra bu filmi temizleyip yeniden kurgulamış. The Fall of Communism as seen in Gay Pornography’de (1998) Doğu Avrupa’da kapitalizmin gelişinden sonraki dönemde erotik videolarda oynamak isteyen genç erkeklerle yapılan ön görüşmeleri kurguluyor. William E. Jones eşcinsel arzuyu farklı kritik etmenlerle bir arada analiz etmeye çalışan işleriyle kendine daha sınırlamayan ama eklemleyen bir perspektif kurmak istiyor. (www.williamejones.com)

31 metrelik Mehmetçik anıtından buraya geldik. Sözün kısası, bugünkü neo-liberal muhafazakar iklimde, farklılığı kıran stratejilere karşı Türkiye’yi sadece kendi meselelerinin sınırları ile soyutlamadan düşünen duruşları geliştirmek durumundayız. Mühim olan aynı anda hem tekil hem de çoğul olabilmek, medyadan bangır bangır yayılan ve çoğunlğun sesi olarak gösterilen populizme karşı sorgulayan karşı duruşu anlamlı ve sürer biçimde kurabilmek.

gon'da ikinci gun

gon'da calis odayi surecini baslattik. bu hafta blog postalari worktheroomproject.blogspot.com'da.
sizi de gon'a bekleriz, biz 10'la aksam 9 arasi oradayiz...

Monday, September 1, 2008

"work the room" starts in istanbul

Work the Room is an open end process project where the roles of the determining factors of contemporary art production -artist, audience, space and curator- become subject to change, to be played on and to be problematized. Upon the invitation from the curator Övül Durmuşoğlu, Muruvvet Turkyilmaz (Istanbul) and Marijn van Kreij (Amsterdam) come together in GON comic book store -on Yeni Çarşı Street descending from Galatasaray Square- to work together with the shop's living and working conditions. The two artists working on inscription and writing as a personal and collective performance territory will investigate the circumstances of producing together with the curator, the audience and the space during Work the Room. And Övül Durmuşoğlu will break in the flux of ongoing production through not only putting different obstructions, objects and comments but also inviting surprise guests.
The production of contemporary art projects generally focus on the result. During Work the Room process -which will develop in the area where viewing and producing cross each other- the activities of the artists and the curator will be recorded. The records updated on http:// worktheroomproject.blogspot.com will be transformed into a publication afterwards.
The first participant invited by Durmusoglu to intervene in the project is the curator Adnan Yıldız (Berlin/Istanbul). Yıldız will be reading the fairytale of Keloğlan through the approach of oral history leaking into the everyday politics, accompanied by turkish breakfast at 10:30 on 4th September.
For further inquiries:
Address:
GON
Yeni Çarşı Caddesi No:34/A
Galatasaray
Telephone: +90 212 2459820

SOLO SHOW by Natasha Sadr Haghighian at MaMBo

MAMbo-Museo d'Arte Moderna di Bologna is proud to present the exhibition SOLO SHOW.
Opening: September 6th, 7:00 p.m.


SOLO SHOW
Robbie Williams

/

SOLO SHOW
Achim Kayser
Alberto Storari
Alexander Niklasch
Andrea Schmidt
Andrea Viliani
Anna Rossi
Anne-Pascale Frohn
Arash Mohtadi
Bertram Sturm
Cajus Pietschmann
Detlef Brall
Elisa Maria Cerra
Erik Wiegand
Eva Fuchs
Fabio Di Camillo
Frank Kiefel
Franz König
Gerard McGettrick
Gianfranco Maraniello
Giulia Pezzoli
Hengst
Ines Schaber
Jennifer Chert
Jens Queren
Jeremy Carden
Jo Hany
Jörg Wambsganß
Juliane Bauer
Kathleen Knitter
Kirsa Geiser
La Vina
Markus Schmacht
Michael Müller
Mynou Dietrichmeier
Neville Reichman
Natascha Sadr Haghighian
Otto
Pierre Maite
Pollux
Rainer Jordan
Robert Schlicht
Roger
Sandy Kaltenborn
Sebastian Summa
Stefan Kessels
Stefan Pente
Steffen Puschke
Stephan Hempel
Thomas Huesmann
Thomas Wendler
Tirdad Zolghadr
Uliana Zanetti
Ute Waldhausen
Uwe Schwarzer
Viola Eickmeier
William Wheeler

SOLO SHOW is a research-based exhibition project initiated in 2006 by artist Natascha Sadr Haghighian upon MAMbo's invitation to present a one-person show in its premises.

SOLO SHOW was developed by Sadr Haghighian jointly with mixedmedia berlin, a renowned Berlin-based production company. mixedmedia berlin produces works for well-established, international artists but usually stays unnamed and invisible to the public. On the occasion of SOLO SHOW the artist collaborated with mixedmedia berlin's head, Uwe Schwarzer, to create a project that reflects on the terms of production in contemporary art.

By inventing a completely fictional artist named Robbie Williams ("the artist, not singer!") and premiering at MAMbo his first museum presentation, the exhibition project conceived by Sadr Haghighian with mixedmedia berlin renders the ways of producing art with a production company discernible and scrutinizes the myth of the ‘Solo Artist’.

The exhibition is divided into two separate halves with entrances from opposite ends. An introductory wall text indicates the first exhibition as the solo show of Robbie Williams while the second carries a list of over 50 names. Five objects that resemble fences for a jumping contest are installed in the first space. Instead of having a classical wood structure, they refer to Williams' biography and playfully quote from the history of modern and post-modern art. The other space is empty apart from a set of eight speakers that play the moving sound of a horse galloping around the room and jumping over imaginary fences.

SOLO SHOW is at once a fictional solo show and its real deconstruction. It reflects on the critical contradictions and narrative potentialities of this specific exhibition format within the context of contemporary artistic practices and investigates the ambiguous role of the solo show in the institutional framework and in the art market with its increasing demand for the huge and spectacular.

Working as Williams' first monograph, an artist book edited by Natascha Sadr Haghighian was published by Koenig Books London to coincide with SOLO SHOW , including documentation and contributions by the artist, Seda Naiumad (for the critic and curator Tirdad Zolghadr), exhibition curator Andrea Viliani as well as two extended conversations respectively with Uwe Schwarzer and the fictional artist Robbie Williams.

SOLO SHOW is part of the MAMbo Practices (No Dance Lessons) curatorial program, launched upon a different title by MAMbo in the two years that led up to and accompanied its opening. Aiming to explore the contemporary role of art institutions and to launch a lively debate between the institutional activities and the practices of contemporary artists, critics and curators, MAMbo Practices (No Dance Lessons) is an ongoing series of solo shows, seminars, events and books.

SOLO SHOW
September 7th - November 2nd, 2008
MAMbo-Museo d'Arte Moderna di Bologna
Via Don Minzoni 14
40121 Bologna
Italia
info@mambo-bologna.org
http://www.mambo-bologna.org