Untitled ya da İsimsiz
Kısım Bir
26 Eylül 2007 tarihli gazetelerde “Bienal’de Kemalizm Krizi” veya benzeri başlıklarla giren haberler Bienal tartışmalarının yönünü başka bir tarafa kaydırdı. Daha önce nerede işledi, nerede işlemedi veya neden işlemedi gibi sorular sorarken kendimizi yine bir polarizasyonun ortasında buluverdik. İşin en acı tarafı bu polarizasyonun Türkiye’de sanat eğitimi veren başlıca kurumlardan biri olan Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nin dekanı tarafından bilerek ve isteyerek ve hatta büyük ihtimalle dikkati üzerine çekmek için yaratılmış olması. (Çünkü Sayın Dekan ortalığı karıştırdıktan sonra bir daha ortada görünmedi, sorulara cevap vermedi.) Mesele iyi bir gözlemci olan Hanru’nun İstanbul’a gelip ortada varolan gerginliği hissedip kendi araştırmasıyla buna dokunmak istemesinden kaynaklandı. Daha ilk röportajlarından kendisini burada en çarpan şeyin Atatürk’ün her yerdeki varlığı olduğunu söylüyordu. Velhasıl tam da toplum bayraklı, bayrak kırmızısı gösteriler sonrası Kemalistler ve Müslüman burjuva demokratlar ya da Kemalistler ve gelişmelere dur demeyen İkinci Cumhuriyetçiler gibi polarizasyonlar üzerinden gerim gerim gerilmişken, Hanru belki de modernleşme, ulus devletin kuruluşu, devrimlerin yarattığı ikilemler, elitizmin yarattığı bölünmeden söz ederek yerel politik ve sosyal söylem bağlamında gündemin “derin derdi” bir kavramsal çerçeve yazıp birtakım çevrelerin bam teline basıverdi.
Bu metinde kendisine toplumdan gelen cevap yine kendi metninde dile getirdiği uzun süredir gömülmüş ama yeniden popülerleşmeye başlayan etnomerkezcilik, sağ milliyetçilik, ırkçılık, dini tutuculuk üzerinden geldi. Bazı “hassas” internet haber sitelerinde “Çinli Küratör Kendine Gel Evladım”, “Bu da Çin Malı Dangalak,” başlığında verilen haberlerin yanı sıra, popüler haber kanallarının forumlarında bilip bilmeden ne kendisinin Amerikan Çinliliğini bıraktılar, ne de emperyalist güçlerin temsilcisi olmaklığını. Tepkilerdeki ırkçı aşağılamalar utandırıcıydı, elin Çinlisi gitsin kendi memleketindeki sorunlarla uğraşsındı, bizimkilere el atmasındı. Aslında Dekan Nazan Erkmen de Hanru’yu etnik kışkırtma yapmakla suçlayıp böyle hassas zamanlarda “Kemalizm tepeden inmiştir,” gibi ifadelerde bulunmasının saygısızlık olduğunu söylerken tam da bu daha “avam” dilde söylenmiş eleştirileri içeriyordu. Kol kırılır yeni içinde kalır. Yoksa bu ülkede Kurtlar Vadisi neden bu kadar popüler olsun.
Buna benzer bütün tartışmalarda nedense hep aynı insanlar taraf alıyorlar. Kah Hanru gibileri desteklemekle suçlanıyoruz, kah Hrant Dink öldürüldükten sonra sokaklara dökülüp söz konusu “şehitler” olduğu zaman evde oturmakla, kah memleketi kurtarmak için CHP’ye oy vermemekle. Bizi karşı tarafına koyan “hassas” milliyetçi popülist söylem kendi varoluş amacını haklı kılmak için Hrank Dink cinayetiyle Güneydoğu’da öldürülen insanları aynı kefeye koyup, her şeyi kendi söyleminin parçası haline getirmekte beis görmüyor, Kemalizm’i ise çoktan baş fetiş nesnesi haline getirmiş durumda. Burada benim duyduğum en büyük rahatsızlık bu önü alınamayan dalganın sanat çevresine ve hatta sanat öğreten üniversitelere dek sıçramış olması. Geçen günlerde ortaya çıkan UPSD’nin (Uluslararası Plastik Sanat Derneği) Güneydoğu’da yaşananlara ilişkin yayınladığı benzer tondaki basın açıklaması da aynı tehlike çanlarını çalıyor. Aynı dernek düşünce özgürlüğüne en büyük kısıtı götüren 301’ e de karşı çıkmıyor.
Bu düşünme zincirini bir adım daha ileriye götürürsek bana kendini değişen sanat söylemiyle güncelleyemeyen birtakım çevreler kendi kendilerini eleştirmektense, başkalarının da kendilerini eleştirmesini engelleyecek yollara başvuruyorlar gibi geliyor.
Bienal’in bu ülkede yirmi yıldır beslediği güncel sanat kültürünü, açtığı dinamik kanalları bir türlü içselleştiremiyorlar olsa gerek. Aynı fetişleştirici nasyonal populist söylemleri onlar da kullanıyorlar. Ne de olsa Kemalizm, anıtları, değerleri ve söylemleri her zaman dokunulmazlık getiriyor. Çocukluğumun hala hatırladığım örneklerinden biridir, tatil sitesinde evinin önündeki meydanda gençlerin toplanıp gürültü yapmalarını istemeyen bir kadın birkaç hafta içinde meydana bir Atatürk büstü diktirmişti. Böylelikle hakikaten kimse bir daha o meydanda toplanamadı.
Nitekim Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı da Bienal’in üzerine giderken başka bir eleştiri üretmeyi değil en koruyucu devlet ideolojisi kalkanını seçiyor. Halbuki Kortun’un bir yazısında yerinde değindiği gibi “Üniversite devlet ideolojisini pekiştirmenin yeri değil, saf entellektüel pratiğin kodlandığı ortamdır.” Bir Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı’nın sosyal bilimciler ve analizciler tarafından bu ülke ve siyasal, toplumsal pratiği üzerine yirmi otuz yıldır tartışılagelen ve artık gündelik tartışma diline kazandırılmış söylemlerin üzerine gitmesi acı verici. Sanki varolan gerilimlerin üzerinden dikkat çekmek istiyormuşcasına arkası gelmeyen bir tavır. Ne de olsa nasyonel popülist alçak basınç alanının etkisi altındaki bloglarda ve websitelerinde Dekan bu hayırsız Çinliye dur demiş olduğu için tebrik ediliyor. Bu insanların hiçbirinin, Dekan da dahil, gidip Bienal’i merak edip gezdiğini sanmıyorum. Hanru’nun ne demeye çalıştığını anladığını ise hiç sanmıyorum.
Kısım İki
Serginin bütün bu meselelerin gölgesinde kalan okumasına kısaca değinirsek. Türkiye AKP’nin yeniden ve ezici çoğunlukla iktidara gelmesiyle birlikte neo liberal politikalarla demokratik katharsisini yaşama süreci arasında kısılıp kalmış noktada. Tam da burada kendini her zamanki gibi buhranlarıyla tanımlamaktan çok küreselleşme politikalarının tüm dünyada yarattığı açmazların ışığında görmesi gerekiyor. Ama bunun yolu da lokal modernite deneyimlerini enine boyuna ele almaktan geçiyor, diyor Hanru. Bienal basında reklamları -bir PR şirketi tarafından korkunç bir yüzeysellikle hazırlanmış- “Sanat hiç bu kadar iyimser olmamıştı,” sloganıyla yer alıyor, ancak İstanbul zaten herkesin yaşamaya çalışırken olan biteni unutup iyimser olduğu bir şehir. Dört taraf savaş, kötü muamele ve eşitsizlikle çevriliyken hepimize gerekli olan iyimserlik, yani global sisteme karşı direnme ve yaşama alanları, yalnızca böyle bir mantıkla yaşamaya devam edebilen bir şehirde nasıl işler? Güncel sanat bu bağlamda ne tarz direnme stratejileri geliştirir? Böyle meselelerle ilgilenen herkesi heyecanlandıran sorular bunlar. İşleyip işlemedikleri ise başka bir mesele.
Çünkü her ne kadar Hanru kavramsal çerçevesi içerisinde bu şehrin bu zamanı için vurucu modernite sorusunu sorsa da teori ve pratik arasında kopukluk olduğunu ister istemez hissediyoruz bienal mekanlarını dolaşırken. AKM mimaride ütopyanın çöküşü fikrinin içerisine güzelce yerleşiyor, Hanru imzası en çok burada okunuyor. Ama mekanın Türkiye bağlamındaki ideolojik yükü, neo-liberal dönüşümü en fazla hissettirecek ilk zaman nasıl yakıldığı şimdi nasıl yakılmak istendiği arasındaki fark, yaşadığı mutenaştırma krizinin sembolize ettiği polarizasyon ne yazık ki tartışmaya çok girmiyor. İMÇ’deki “Dünya Fabrikası” hizmet üzerinden işleyen ve üreticisini korumayan hızlı liberal politikalar yüzünden kapanmak zorunda kalan boş dükkanlara yerleşmiş. Özellikle beşinci blokta geri kalan dükkanların aksine bienal alanları korkutucu şekilde ışıl ışıl parlıyor. İçine yerleşen Map Office, Tadej Pogacar, Jean-Baptiste Ganne işleri kritik sorular sorsa da mekanların parlaklığında kaybolmaya yüz tutuyor, etkisini yitiriyor, çünkü içinde bulunduğu beyaz kübümtrak odalar içinden İMÇ’nin gerçeğiyle ilişki kurmakta zorlanıyor. Antrepo’da ise şehir manzarası üzerine kurulu bir imgelemle çalışan bir yerleştirme görüyoruz. Arada Extramücadele’nin sınavcı, ezberci zihinleri açacak “Ne Mutlu...Diyene” posterleri gibi çarpıcı, vurucu işler yok değil, bir kısmı yerleştirmeden dolayı kayıp. Sergi bir yandan Huang Yong Ping’in devrilip füzeleşmiş minaresi gibi işlerin yarattığı alanlar üzerinden dışarısıyla ilişki kurmaya çalışıyor, öte yandan kendi içindeki kurgusuyla bu etkileşimin elini kolunu bağlıyor. Santralistanbul dahilinde ise kenara sıkışmış alternatif sanat insiyatifleri Santral binasının koca gövdesi ve gölgesi altında işlemiyor. Uzun lafın kısası Hanru metinde sözünü ettiği direnme alanlarını bize bağlamıyor, onlara uzaktan işaret ediyor.
Dünyanın dört bir yanından sanat profesyonellerinin bir araya geldiği açılışı, açılış haftasında yüzü bulan yan etkinliği ve ilk on gününde ulaştığı izleyici sayısıyla Bienal İstanbul’da her zamankinden daha fazla gündemde. Artık dünyanın kalbur üstü bienalleri arasında kendine hatırı sayılır bir yer edinmiş durumda. Bizimse iki yılda bir hareketlenen bir güncel sanat üretiminden, tartışmasından öteye geçmeye ihtiyacımız var, bunu biliyoruz. Kendini sadece dışarısı için üretmeyen, kendi gündemini ve tartışmasını yaratan bir üretim ortamına. Gerçi yeni açılan, işlemeye başlayan sanatçı insiyatifi mekanlarla nefes alanları oluşmaya başlamış durumda. Ama bazı neo liberal stratejiler sonucu daha fazla özelleşmeye başlayan “kurumsal” güncel sanat işleyişiyle denge sağlamak için bu nefes alanlarını daha da açmak, daha sürdürülebilir ve daha çoğalabilir kılmamız gerekiyor. Ciddi bir kabuk değiştirme sürecindeyiz. Artık yerel güncel sanat üretimi ve tartışması Bienal’imizi ciddi oranda besleyecek bir noktaya gelmeli. Tüm bunlar ise kültür üreticileri olarak adlandırılan bizlerin kültür politikaları üretiminde, kamusalı yönlendirmede daha aktif olmamızı gerektiriyor. 2010 gibi şov biz organizasyonlardan medet ummamayi.
No comments:
Post a Comment