Linç Açılımı
Cuma, 8 Ocak, 2010
DTP’nin kapatılmasını protestoya dönük, doğrusu hepsi pek de ‘barışçıl’ olmayan gösteriler, yine, yeni bir linç dalgasını harekete geçirdi.
Öncesinde de Bayramiç’te[1] “Bayramiç Kürtlere mezar olacak” sloganı atan kalabalık Kürtlerin yaşadığı mahalleye yürümüş, İzmir’de DTP konvoyuna taşlı saldırı düzenlenmişti. İstanbul-Tarlabaşı’nda Roman mahallesinde “öfkeli vatandaşlar” göstericilerin üzerine satırlarla, tabancalarla yürüdüler. Silah kullananlardan birisi, “birilerinin” kendisini parayla bu işe teşvik ettiğini söyledi, ama belli ki birçokları da can-ı gönülden katılmıştı linç sürüsüne. Muş-Bulanık’ta beteri oldu, bir esnaf kalaşnikofla ateş açarak iki insanı öldürdü. Sonra, esnafın sadece esnaf olmayıp, devlet tarafından silahlandırılmış gönüllü koruculardan biri olduğu öğrenildi. 23 bin kişilik bu korucu kuvvetinin ‘resmî’ silahları hâlâ kendilerindeydi.
Türkiye’nin linç açılımı devam ediyor.
MHP, “millet ayağa kalkarsa” tehdidi ile linç ruhunu okşuyor. Devlet Bahçeli’nin tehditkâr dili, yerel hatiplerin içinde bol “köpek” ve “ölüm” geçen nutuklarıyla revnaklanıyor. MHP, Kürt Açılımının başından beri, bir iç savaş (ve linç) potansiyelini elinin altında bulundurduğunu izhar etmekte. Bu strateji, milliyetçi tabanın gönlünü hoş ederken, devlet ve elitler katında da “sokağa dökülebilirler ama dökülmüyorlar” ödülünü bir defa daha almaya yarıyor. MHP’nin ana meşruiyet kaynağı, dozunda tutulmuş bu iç savaş tehdidi değil mi? Lâkin, gayrı nizamî harp aygıtının müdahaleleri, yerel inisiyatifler ve basitçe taban dinamiği, o dozun ayarlanmasını müşkül kılabilir.
LİNÇ VE ŞİDDET SARMALI
Linç eylemleri, eksik adaleti, eksik güvenliği, eksik polis önlemini ikame etmek üzere devreye giren bir doğal âfet gibi izah edilir; sokaktaki adam tarafından ve sokaktaki adam hakkında ahkâm kesen adamlar tarafından öyle algılanır büyük çoğunlukla. Kürt Açılımı konjonktüründe, “eşkıyaya haddini bildirme iradesindeki” eksiği ikame etmek üzere, aynen öyle anlamlandırılıyor. Böylece, ‘nizamî’ şiddeti meşrulaştıran bir yığınak oluşturuyor.
Korkunç ihtimal, vicdan sahibi herkesin söylediği gibi, bir sıkıyönetime veya formel bir olağanüstü hale varma/vardırılma tehlikesinden bağımsız olarak, bizzat halihazır olağanüstü hal ortamının bir çatışma ve şiddet sarmalını tetiklemesidir. Olağanüstü haller/istisna halleri, -tekrarlayalı
LİNÇ RUHU
Muş-Bulanık’taki korkunç olay üzerine internetteki bir haber sitesine yazılan kısa yorumlara baktığınız zaman, medeniyet kaybını ve linç ruhunun yaygınlığını görürsünüz. Olay günü yayıma konan beş yüze yakın kısa yorumun yarısından fazlası, (internet sitesinin beyanına bakarsak hakaret, küfür, aşağılama vb. ifadeler içeren mesajlar ayıklanmıştır!), cinayete alkış tutmaktadır. Henüz sadece esnaf olarak bilinen kalaşnikoflu esnaf onlarca kişi tarafından ellerinden, alnından öpülmekte, “helâl olsun” “kurban olayım” diye kucaklanmaktadı
Kalaşnikoflu korucu-esnafı
Dikkate değer bir nokta, kalaşnikoflu esnafı “malını korumaya çalışan vatandaş” sıfatıyla tanımlama eğiliminin yaygınlığıdır. Adam, çok sayıda mesajda, malını/ekmek teknesini/işyerini/ekmek yediği dükkânı korumaya çalışıyor olması ile haklılaştırılmaktadır. Millî beka kaygısının mal-mülk ve maişet kaygısıyla bütünleşmesi ve linç ruhunun orta sınıflardaki taban dinamiği hakkında, bir işaret.
CİHANDA LİNÇ
Üçüncü sayfalıkların yanı sıra başka ülkelerdeki linç haberlerinin de medyada sakınmasızca, pornografik-
Yaklaşık bir buçuk yıl önce Birikim’de Türkiye’nin linç rejimini Nazi Almanyası’yla karşılaştırmıştık. Mukayeseli linç etüdlerine devam edelim.
Önce şu Guatemala örneğine bakalım. 16 Aralık’taki olayda, bindiği otobüste silahlı soygunla suçlanan genç bir kadın, elbiseleri yırtılıp çırılçıplak bırakıldıktan sonra gaz dökülerek yakılmaya çalışılmış, son anda yetişen polis tarafından kurtarılmıştı. Guatemala’da sadece bu yıl 219 kişinin linç saldırısına uğradığı, bunlardan 45’inin öldüğü bildiriliyordu.
Guatemala’da linçin bir “millî spor” haline gelmesi, uzun yıllardır insan hakları örgütlerinin gündeminde olan bir mesele. Kaynağında, orduyla gerillalar arasında yıllar süren savaşın arkasında bıraktığı çürüme var. 1991’de gerillalarla hükümet arasında barış anlaşması yapılmasından sonra, kırsal bölgelerde ordu tarafından örgütlenen kontrgerilla dağıtıldı. Bunun yerine uluslararası müşavere ve malî destekle bir polis gücü oluşturuldu. Ancak asayiş işlerinin esas sahibi olarak kendini gören ordu ve onun etkisindeki hükümetler, polis örgütlenmesini o kadar önemsemediler. Polis etkisiz, mahkemeler de hem büyükçe yerleşim yerleriyle sınırlı hem yozlaşmış olunca, aşağıdan yukarıya olağanüstü hal denen dinamik gelişti. 1991’den sonraki on yılda 421 linç vakası kaydedilmişti[2]. Hırsızlık veya cinayet zanlıları doğrudan linçe maruz kalıyor. Linç tehdidi yerel siyaset aracı olarak da işliyor. Hoşnut olunmayan belediye başkanının istifasını veya sevilmeyen polis memurunun tayin edilmesini sağlamak için, linç kalabalıkları toplanıyor. Mahkemelerin basıldığı da oluyor.
Bazı yorumcular linçin normalleşmesini, özellikle Kızılderili halkın yaşadığı bölgelerde, iktidar boşluğu nedeniyle geleneksel hukukun (“töre”) etkinleşmesine bağlıyorlar. “Töre” mitosu, bir saptırma. Zira Kızılderili töresi gerçi tabii modern yargı ve hapis cezasına itibar etmiyor, ama benimsediği ‘otantik’ yöntem suçlunun/zanlı
Türkiye’yle mukayese edin, farkları ve benzerlikleri bulun.
Bir mukayese de İsrail’den ve Filistin’den. Batı Şeria’da bir linç rutini var: Kendini İsrail’in vaat edilmiş toprağını temellük etmeye adamış militan yerleşimciler, Filistinli Arap köylüleri yıldırmak için sistemli olarak zor kullanıyorlar; dövüyorlar, ateş açıyorlar (ilke olarak belden aşağısına). Filistinlilerle dayanışmak için bölgeye gelen İsrailli barış eylemcileri de bu saldırılardan nasibini alıyor. Polisler, hem zaten pek gönüllü olmadıkları için, hem de basbayağı bir paramiliter güç oluşturan yerleşimcilerden çekindikleri için, bu olayların peşine düşmüyorlar. Ayrıca, bu bölgede ve genelde sınır boylarında görevlendirilen polisler Rusya ve Etiyopya göçmeni ‘oryantal’ Yahudiler; ve bunlar Yahudi milliyetçiliğinin hiyerarşisinde en altlarda olduklarından kendilerini yerleşimcilere karşı ezik hissediyor, bunun acısını Araplardan çıkarmaya da yatkın oluyorlar. İsrailli insan hakları örgütü Yesh Din’in (Türkçesi: Hukuk Var) 2002-2005 dönemini kapsayan araştırmasına göre, gündelikleşen bu saldırıların yalnızca 392’si şikâyet konusu yapılmış, yalnızca 11 dava açılmış ve yalnızca 4 saldırgan ceza almış.[3] Yerleşimciler bu ender davalarda kendilerini gayet hükümran bir tutumla, “biz burada barış ve huzurun temini için devlete ve orduya yardımcı oluyoruz” diyerek savunuyorlar.
Yine: Türkiye’yle farkları ve benzerlikleri düşünün.
Genel ve evrensel bir teorik sonuç çıkartacak olursak… Modern ulus-devletin meşhur şiddet tekeli, hiçbir zaman mutlak bir tekel olmadı. Devletin şiddet tekelini bir iktidar kanıtı olarak gösterdiği yukarıdan aşağıya olağanüstü hal rejimleri, aşağıdan yukarıya olağanüstü hal rejimleriyle tamamlanır (linçin bunun bir uç noktası olduğunu söyledik), onla işbölümü yapar (kriz idaresi olarak linç rejimi dediğim tatbikat) - veya kimi zaman da çarpışır, onun ihlâline uğrar.
Polisin açıkça linççi gibi davranması da, geçen ayın işçi eylemlerinde tekrar gördüğümüz gibi, nizamî şiddet tekeli ile ‘gayrınizamî olağanüstü şiddet’ arasındaki geçişliliğin bir belirtisi değil mi?
No comments:
Post a Comment