Gencligimizin Yarisi Gitti
Daha dünmüş gibi geliyor, Roman Kahramanları dergisinin ilk sayısına Glass ailesinin çocuklarını yazmıştım. Holden Caulfield’den de söz etmiştim elbette. Onunla tanıştığım gün, dün gibi aklımda. On dört on beş yaşında olmalıyım, babamı görmeye, Ankara’ya gitmişim. Dosdoğru Tarhan Kitabevi’nin yolunu tutmuşum, elbette. İngilizce kitap almak için en iyi yer. Adı hoşuma gitmiş olsa gerek, yoksa kitabı da bilmiyorum, yazarını da tanımıyorum. Aslında onun adını da sevmiştim. “Catcher in the Rye” ve J.D. Salinger. Adını yazmamış biri, o yaşlarda sırf bu nedenle bile insana hoş gelir.
Sonra Holden Caulfield ile tanıştım ve gençliğimin seyir defteri değişti. Unutmadığım kahramanların çoğu hayatımın ondan önceki döneminde karşıma çıkmıştır: örneğin, “Pal Sokağı Çocukları”nın Nemeçek’i gibi. O yaşlara kadar çok kitap okumuştum, büyük kitabı da, çocuk kitabı da. Fantazya faslına da geç başladığım için, örneğin Ged, hayli yakın geçmişimin kahramanı sayılabilir. Sonradan bir başka Salinger karakterini, Seymour Glass’ı daha fazla sevmiş olabilirim belki ama, yaş itibariyle hayatta beni en fazla etkileyen karakter, Holden’dir.
Uslu denebilecek bir çocuktum. Annem artık aramızda olmadığı için bunu rahatlıkla iddia edebilirim. Gerçi sinsi ve inatçı olduğumu düşünürdü ama, bu ikisi bir araya gelince Holden’den çok farklı bir karakter ortaya çıkıyor zaten. Onun isyanı, hayata bakışımı değiştirmişti. Yaptıklarını yapmak şeklinde bir rol modeli olmasa da (o kadar cesaretim yokmuş demek, belki o zamanlar kısa süreli bile kalsa isyan açısından pek kimsede öyle bir cesaret yoktu), bende bir “Dünyada neler olabiliyor?” duygusu uyandırmıştı ki, her şeye rağmen, anne-baba açısından pek de hayırlı bir duygu olduğunu sanmıyorum. Ama hayatı zenginleştirme açısından bizce faydası reddedilemez.
J(erome) D(avid) Salinger, kimseyi kendi özel hayatına bulaştırmadı. Hatta buna, hasbelkader kısa ya da uzun süreyle o hayatın bir parçası olmuş kişiler de dahildir. Sırf bu yüzden takdire layık olduğunu düşünüyorum. Ondaki şöhretin ve yeteneğin yüzde birine sahip olmayan kişilerin tavuskuşu gibi dolaştığı bir dönemde, bu özelliği kimileri için daha da hayranlık verici bir hal alırken, ötekiler için yazarı büsbütün anlaşılmaz kılıyor. Oysa şöhretin türlü yanını da, Glass çocuklarının kişiliklerinde bize yansıtmış olan kişidir. Yayınlanmış hikâyelerine, ileride en meşhur iki karakterinden biri olacak genç adamın ani intiharını anlatan hikâye ile
başlamış bir yazara, sonsuz bir saygı sunmak dışında ne diyeceğimi bilemiyorum.
Aslında katıksız bir münzevi sayılmaz. 1988’de tek kişilik, küçücük bir yayınevine sahip olan George Mason Üniversitesi İngilizce profesörü Roger Lathbury ona başvurup, Salinger’ın 1965’te (bütün diğer hikâyeleri gibi) New Yorker’da çıkan, yayınlanmış son eseri “Hapworth 16, 1924”ü basıp basamayacağını sormuştu. Hayret ki hayret, Salinger hemen yazıp “Düşüneceğim,” dedi ve sekiz yıl sesi çıkmadı. 26 Temmuz, 1996’da, Lathbury henüz dersten çıkmıştı ki, bürosunun telefonu çaldı ve Walt Whitman’ın kayıtlarındaki sesini andıran bir ses, “Mr. Lathbury ile görüşmek istiyorum,” dedi. Salinger ile muhabbetleri hayli uzun sürdü, ta ki Lathbury, duruma uyanan bir Alexandria gazetesi ile konuşma bahtsızlığında bulunana ve Washington Post’ta bu konuda bir yazı çıkana kadar. Mektuplar ve telefonlar bıçakla kesilmiş gibi sona erdi.
JD Salinger, sahne ışıklarına laf olsun diye değil, böyle olmasını istediği için uzak durmuş bir sanatçıydı. Bize de onun isteklerine uymak düşer. Şahsen ben, yıllardan beri lafı edilen o “raflar”da neler olduğunu deli gibi merak etmekle birlikte, eğer yaratıcıları yayınlanmasını istememişse, arzusuna saygı gösterilmesi gerektiğini düşünüyorum. Glass ailesiyle dolu defterler şeklindeki rivayetler içimi gıcıklasa, yepyeni bir karakter hayali gözlerimi kamaştırsa da. Tabii, bu işler ailede bitiyor. Franz Kafka, “Dava” ile “Şato”nun yokedilmesini istemişti, onu dinlemediler. Bu iki kitabın bize neler kattığı konusunda hiç şüphe yok ama, onları okuduğum için halen de içimde hafif bir suç ortaklığı duygusu vardır.
No comments:
Post a Comment