Friday, December 25, 2009

tête-à-tête conversation with selim birsel 17/12/09

tête-à-tête sessions second updates 14th-17th december








pedro dolabela-chagas (edebiyat kuramcisi)
francois joly (resim)
mladen alexiev (tiyatro yonetmeni)
sam dufaux (mimar)
matthew gottschalk (sanatci)
lan tuazon (sanatci)
demian bern (grafik tasarimci/aktivist)

Wednesday, December 23, 2009

the most shoplifted books of modern times

Bibliokleptomaniacs Dig God… and Beatniks

10:39 am Tuesday Dec 22, 2009 by Isis Madrid

Bookworms are an interesting sort. Some compulsively hoard literary nuggets until their shelves sag and creak, yet never bother to actually read their collection. Others can barely tear themselves away from the freshly-vacuumed bookstore corner in which they devour the newest Malcolm Gladwell for fear that the trip home will forever interrupt their cozy date. There are bookworms with Kindles, and bookworms juggling the four paperbacks they’re reading at once. There are bookworms who get turned on by first editions, and bookworms keen on newer, abstract renditions. There are bookworms who follow the Tao of Oprah, and others who only listen to Deepak Chopra.

But perhaps the most intriguing bookworm of all is the bibliokleptomaniac, or what we like to call the kleptobrainiac. These people are book thieves, the nerdiest outlaws this side of Hogwarts. Fascinated? Appalled? Exposed? Find out what the most shoplifted books of modern times are after the jump.

In Margo Rabb’s recent New York Times essay, we learn that only 40 percent of books that are read are paid for, and only 28 percent are purchased new. What about the rest? They’re shared, lent, given away or stealthily taken by a customer with a case of the happy hands.

Depending on who you ask, the number one shoplifted book of modern times is either The Bible or The Virgin Suicides by Jeffrey Eugenides. After these two, (and like these two) the top 10 list is male-penned. In fact, according to store owners surveyed by Rabb, the most-nicked books share two things: fiction as a genre and a male author.

1. The Bible

bible
In tough times, both religion and shoplifting spike in popularity.

2. The Virgin Suicides

vsuicides
A modern goth novel about suicide pacts. Another sign of the times? We hope not.

3. The works of Martin Amis

money
Dubbed “The New Unpleasantness” by the New York Times, English novelist Amis rails again the excesses of modern capitalism. A comfort read?

4. The works of Charles Bukowski

Notes of a Dirty Old Man
A “laureate of American lowlife” and prolific writer, Bukowski also knew how to stick it to the man.

5. The works of William S. Burroughs
naked_lunch.uk.calder.1964
A Harvard grad, heroin dealer, and seedy bar frequenter, Burroughs was still getting an allowance from his parents when he was in his forties.

6. The works of Raymond Carver
raymond carver
Oh, just another alcoholic genius with a knack for short stories. Sensing a trend here?

7. The works of Don DeLillo

libra delillo
Post-modern novelist who quit his fancy job at Ogilvy because he “just didn’t want to work anymore.”

8. The works of Jack Kerouac

on the road
“Great things are not accomplished by those who yield to trends and fads and popular opinion.” – Jack Kerouac …Like paying for books, right?

9. Steal This Book

6a00d09e4e067ebe2b00e398b6b3e00004-500pi
Title says it all.

10. Travel guidebooks

travel-guide-books
The thieves seem to be directionally-challenged nomads.

Brooklyn store manager Zack Zook seems to think the reason for the apparent sexism exhibited by book thieves is just part of the bro-code. “It’s mostly younger men stealing the books,” he told Rabb, “They think it’s an existential rite of passage to steal their homeboy.”

Book theft is seen as the biggest form of sacrilege to some devout word-lovers (after burning/throwing them away, of course). Others, like the author from Boulder who got caught swiping his own book, feel entitled to the works. While we’ll never know how Kerouac would feel about someone shoving his book down their pants, we would like to know how you feel. Have you ever nabbed yourself a book? If not, which one tempts you?

Bu kez basinizi cevirmeyin!

Kadın Kadına Öykü Yarışması’nın kitabı “Aşkın L Hali”nin müstehcen bulunmasına karşı KaosKadın’dan açıklama geldi: “Yasaklanan sadece bir kitap değil, lezbiyenlerin ve biseksüel kadınların yaşamları ve hayalleridir!”


"KaosKadın’ın 4 senedir düzenlediği Kadın Kadına Öykü Yarışması’nın bir ürünü olan “Aşkın L Hali” kitabımız ahlakın kıskacında! Sel Yayıncılık’tan “Bu kez başınızı çevirmeyin!” sloganıyla yola çıkardığımız hayatlarımızın başına gelen, ona başların çevrilmesi oldu bir kez daha!

Kadın kadına aşklarımız, Savcılık tarafından “doğal olmayan cinsel ilişki” şeklinde nitelendirildi ve TCK 226/4 ile hakkında soruşturma açıldı. Biz bu iradeyi ve baskıyı bir yerlerden hatırlıyoruz… Evinde şiddete uğratılan kadının ifadelerini polis karakollarında ört-bas eden irade bu… Evdeki gardiyanına geri iade eden irade… Tecavüze ve namus cinayetlerine evlilik cüzdanı tutuşturan irade… Çocuk yaştaki evliliklerin yolunu açmanın her fırsatta olasılığını kollayan irade… Onlara “normal ilişki” belgesi veren irade…

Seneler içerisinde sansürlenmenin sayısız örneğini yaşadık, biz lezbiyenler ve biseksüel kadınlar. Kadın kadına aşklarımız, sözlerimiz ve hayallerimiz, sadece bugün kanunların parmaklarında can çekişmedi… CNN Türk’te, 2 lezbiyenin konuşmaların yer aldığı bir Cosmopolis programının 2. bölümünü görmemizi istemedi RTÜK iradesi! TV dizilerinde iki kadın birbirini dudaktan öptü diye diziyi yayınlayan TV kanallarını cezalandırdı. Sinemalarda kadın kadına öpüşme ve sevişme sahnelerimiz hoyratça kesildi. Geriye kalan yavan sahneler tutuşturuldu elimize, “Alın bunlarla yetinin!” dendi. Şimdi de kalemlerimizle bir araya getirdiğimiz hikâyelerimize, kitaplarımıza göz dikildi.

Bir yandan erkeklik-merkezli bakışıyla, kadın kadına cinselliği cinsellikten saymayan, bir yandan da “Biz varız!” dediğimizde heteroseksist etekleri tutuşan erkek iradesini ifşa ediyoruz şimdi! Lezbiyenleri ve biseksüel kadınları, her fırsatta karambole getiren irade! Bizleri görmemekte ısrar eden; homofobisi ve cinsiyetçiliği ile artık görmemeye başlayan gözleri!

Kapı arkalarında yaşamaya mahkûm bırakılan; “Aman kimseler görmesin yeter ki” denen, okul yurtlarından kovulan; okullarda izole edilen ve ancak erkeklerin pornografik malzemesiyken kabul gören ve hatta “estetik” bulunan (!) cinselliğimiz ve bedenlerimiz, yalnızca bizim! Hakkında soruşturma açılan sadece bir kitap değil, lezbiyenlerin ve biseksüel kadınların yaşamları ve hayalleridir!

Özgür irademizle yaşadığımız/yaşayacağımız/yaşamak istediğimiz aşklardan bahsetmemizin engellenmeye çalışılmasıdır asıl sorgulanması / soruşturulması gereken.

Tuesday, December 22, 2009

ahmet yildiz'i unutmuyoruz


15 Temmuz 2008’de öldürülen Ahmet Yıldız davasının ikinci duruşması Çarşamba günü (23 Aralık) saat 10:00’da, Üsküdar Bağlarbaşı Adliyesinde yapılacak.

İlk duruşmada, sanığın yakalanmasına ve tanıkların çağrılmasına karar verilmişti.
Lambdaistanbul LGBTT Dayanışma Derneği, öldürülen kişinin cinsel yönelimden dolayı davaya müdahil olma talebinde bulunmuş ancak savcılık ve mahkeme heyeti derneğin bu talebini olaydan doğrudan etkilenmediği için reddetmişti. Ahmet Yıldız öldürüldüğünde yaralanan Ümmühan Darama’nın müdahil olma talebi ise kabul edilmişti.
Sanığın kaçak durumda olmasından kaynaklı davanın uzunca bir süre devam edeceği anlaşılıyor.
İlk duruşma öncesinde, Ahmet Yıldız’ın sevgilisi İbrahim bir basın açıklaması yapmış ve Üsküdar Savcılığına Ahmet öldürülmeden 8 ay önce dilekçe verdiklerini ancak dilekçenin ciddiye alınmadığını belirtmiş, devletin vatandaşlarını korumakla yükümlü olduğunu hatırlatmıştı.

Davanın ilk duruşmasını Uluslararası Af Örgütü, Lambdaistanbul, Kaos GL, Bianet ve Alman Konsolosluğundan temsilciler izlemişti.

The Courage to Say No. Naomi Klein reports from Copenhagen

The Courage to Say No
By Naomi Klein, published in The Nation, December 16, 2009

On the ninth day of the Copenhagen climate summit, Africa was sacrificed. The position of the G-77 negotiating bloc, including African states, had been clear: a 2 degree Celsius increase in average global temperatures translates into a 3-3.5 degree increase in Africa.

That means, according to the Pan African Climate Justice Alliance, "an additional 55 million people could be at risk from hunger" and "water stress could affect between 350 and 600 million more people." Archbishop Desmond Tutu puts the stakes like this: "We are facing impending disaster on a monstrous scale.... A global goal of about 2 degrees C is to condemn Africa to incineration and no modern development."

And yet that is precisely what Ethiopia's prime minister, Meles Zenawi, proposed to do when he stopped off in Paris on his way to Copenhagen: standing with President Nicolas Sarkozy, and claiming to speak on behalf of all of Africa (he is the head of the African climate-negotiating group), he unveiled a plan that includes the dreaded 2 degree increase and offers developing countries just $10 billion a year to help pay for everything climate related, from sea walls to malaria treatment to fighting deforestation.

It's hard to believe this is the same man who only three months ago was saying this: "We will use our numbers to delegitimize any agreement that is not consistent with our minimal position.... If need be, we are prepared to walk out of any negotiations that threaten to be another rape of our continent.... What we are not prepared to live with is global warming above the minimum avoidable level."

And this: "We will participate in the upcoming negotiations not as supplicants pleading for our case but as negotiators defending our views and interests."

We don't yet know what Zenawi got in exchange for so radically changing his tune or how, exactly, you go from a position calling for $400 billion a year in financing (the Africa group's position) to a mere $10 billion. Similarly, we do not know what happened when Secretary of State Hillary Clinton met with Philippine President Gloria Arroyo just weeks before the summit and all of a sudden the toughest Filipino negotiators were kicked off their delegation and the country, which had been demanding deep cuts from the rich world, suddenly fell in line.

We do know, from witnessing a series of these jarring about-faces, that the G-8 powers are willing to do just about anything to get a deal in Copenhagen. The urgency clearly does not flow from a burning desire to avert cataclysmic climate change, since the negotiators know full well that the paltry emissions cuts they are proposing are a guarantee that temperatures will rise a "Dantesque" 3.9 degrees, as Bill McKibben puts it.

Matthew Stilwell of the Institute for Governance and Sustainable Development—one of the most influential advisers in these talks—says the negotiations are not really about averting climate change but are a pitched battle over a profoundly valuable resource: the right to the sky. There is a limited amount of carbon that can be emitted into the atmosphere. If the rich countries fail to radically cut their emissions, then they are actively gobbling up the already insufficient share available to the South. What is at stake, Stilwell argues, is nothing less than "the importance of sharing the sky."

Europe, he says, fully understands how much money will be made from carbon trading, since it has been using the mechanism for years. Developing countries, on the other hand, have never dealt with carbon restrictions, so many governments don't really grasp what they are losing. Contrasting the value of the carbon market—$1.2 trillion a year, according to leading British economist Nicholas Stern—with the paltry $10 billion on the table for developing countries, Stilwell says that rich countries are trying to exchange "beads and blankets for Manhattan." He adds: "This is a colonial moment. That's why no stone has been left unturned in getting heads of state here to sign off on this kind of deal.... Then there's no going back. You've carved up the last remaining unowned resource and allocated it to the wealthy."

For months now NGOs have gotten behind a message that the goal of Copenhagen is to "seal the deal." Everywhere we look in the Bella Center, clocks are going "tck tck tck." But any old deal isn't good enough, especially because the only deal on offer won't solve the climate crisis and might make things much worse, taking current inequalities between North and South and locking them in indefinitely. Augustine Njamnshi of Pan African Climate Justice Alliance puts the 2 degree proposal in harsh terms: "You cannot say you are proposing a 'solution' to climate change if your solution will see millions of Africans die and if the poor not the polluters keep paying for climate change."

Stilwell says that the wrong kind of deal would "lock in the wrong approach all the way to 2020"—well past the deadline for peak emissions. But he insists that it's not too late to avert this worst-case scenario. "I'd rather wait six months or a year and get it right because the science is growing, the political will is growing, the understanding of civil society and affected communities is growing, and they'll be ready to hold their leaders to account to the right kind of a deal."

At the start of these negotiations the mere notion of delay was environmental heresy. But now many are seeing the value of slowing down and getting it right. Most significant, after describing what 2 degrees would mean for Africa, Archbishop Tutu pronounced that it is "better to have no deal than to have a bad deal." That may well be the best we can hope for in Copenhagen. It would be a political disaster for some heads of state—but it could be one last chance to avert the real disaster for everyone else.

Saturday, December 19, 2009

basimiz sagolsun: zeki okten'i 68 yasinda kaybettik




sk at kuenstlerhaus stuttgart

Susanne Kriemann: Ashes and broken brickwork of a logical theory

12. Dezember 2009 - 7. Februar 2010

Künstlerhaus Stuttgart presents two solo exhibitions of Susanne Kriemann and Oscar Tuazon. Both artists, in different ways, deal with the social function of architecture. Each artist has created new work for the exhibition directly related to specific aspects of the architectural history of Stuttgart.

Susanne Kriemann’s work “Ashes and broken brickwork of a logical theory” reflects her interest in historical moments, in which utopian models become visible and then collapse. What often remain from such departures are, since the onset of Modernism, photographic or filmic images. In her work, shown for the first time at Künstlerhaus Stuttgart, Susanne Kriemann combines her own photographs with archive material. In a series of photos and a slide installation, she connects the reception history of the modernist model estate Weisshofseidlung (1927) in Stuttgart with an enormous archaeological site in Syria to associatively examine the relationship of present and past. The exhibition of Susanne Kriemann is a co-production with the exhibition space ‘Kiosk’ in Gent, where it will be on display in early 2010. At the end of the exhibition, an artist book will be published.

In her photographic projects, Susanne Kriemann follows a research-oriented approach. Starting from observations usually related to the location of the exhibition, the projects follow specific motives through historical layers and over geographical or social domains. The subject of photography plays a significant role in the artist’s work. Not only a tool for making visible, the images themselves are always simultaneously scrutinized by the artist. Through references to the history of photography, the way that images are used to construct our view of the world becomes a central theme of her work.

An important figure in the exhibition in Stuttgart is Agatha Christie, who in addition to her work as a detective story author acted as photographer during the archaeological excursions she went on with her husband, Max Mallowan. Her experiences in the Middle East then served as inspiration for many of her novels, such as “Murder on the Orient Express”. Conversely, the Weissenhofsiedlung, which still exists today, has a sort of parallel existence within architectural history as a series of photographs that are unlike the building complex’s current appearance.

Susanne Kriemann (*1972) studied at the Kunstakademie in Stuttgart and at the Ecole Nationale Superieure des Beaux Arts in Paris, she lives in Rotterdam and Berlin. Recently she had solo exhibitions at the Stedelijk Museum Bureau Amsterdam, in the Galerie Wilfried Lentz, Rotterdam and at Uqbar Berlin (all 2009). Her work was also included in group exhibitions at the Ursula Blickle Stiftung in Kraichtal, “Berlin89/09″ at the Berlinische Galerie, at the Fotomuseum Rotterdam, and she participated in the 5th Berlin Biennial. In 2009, a monograph “One Time One Million” was published by Roma Publications, Amsterdam.

moshekwa langa untitled 2009

Friday, December 18, 2009

tête-à-tête sessions first updates 9th-13th december
















ivan civic (performans)
alisa margolis (resim)
matilde cassani (mimar)
tobias bodio
(moda tasarimcisi)
bertram dhellemmes (muzisyen)

dokumentasyon: selim birsel

Friday, December 11, 2009

yazik cok cok cok yazik


bundan boyle gayri namerd olsun derin devlet hizmetine umut ekenler

sol lewitt kitaplari bas'ta


Sol LeWitt Sanatçı Kitapları Sergisi
15.12.2009 - 12.01.2010
Salı - Cumartesi
14.00 - 18.00

Açılış 15.12.2009 Salı 18.30

Antoni Muntadas Konuşması*
13.01.2010 Salı 18.00


BAS
Nuri Ziya Sokak No 7 Beyoğlu İstanbul TR


info@b-a-s.info
www.b-a-s.info
http://basbent.blogspot.com/



BAS yeni bir mekana taşındı: Nuri Ziya Sokak No: 7.
Yeni arşiv düzenleme sistemimiz ile gittikçe büyüyen sanatçı kitapları koleksiyonumuzu geniş alanda daha verimli bir şekilde gösterebileceğiz. 2006 ‘dan beri üretimine devam ettiğimiz
Bent sanatçı kitapları serisinin yeni kitabı Bent 006 hazırlık aşamasında…
BAS olarak, sanatçı kitapları ve basılı malzeme alanında, güncel ve lokal üretim, uluslararası dağıtım ve koleksiyon üzerine çalışıyoruz. Bunların dışında, pratiğinin bir parçası olarak basılı malzeme ile çalışmaya 70’li yıllarda başlamış ve günümüze kadar sürdürmüş veya sürdürmekte olan sanatçılarla birlikte “sanatçı kitabı” meselesine
tarihsel ve eleştirel olarak bakmak istiyoruz. Sanatçı kitabı kavramı, çok farklı politikalarla üretim biçimi olarak 19. Yüzyılın ilk yarılarına tarihlense de, alternatif biçim arayışının etkisiyle en parlak dönemini 60’lı yıllarda yaşadı. Bu parlamanın en önemli sebebi dönemin sanatçılarının basılı malzeme yoluyla işlerini daha ucuza ve
daha demokratik olarak sınırlar ötesi dolaşıma sokabilecekleri fikrine ve fiiline inanmalarıydı…
Bu bağlamda ilk etkinlik olarak 15 Aralık - 13 Ocak tarihleri arasında Sol
Lewitt'in Sanatçı Kitapları sergisine ev sahipliği yapıyoruz.

Kavramsal ve minimalist akımın en önemli sanatçılarından sayılan Amerikalı sanatçı S
ol LeWitt 1967 – 2002 yılları arasında 75 sanat yapıtı kitap üretti. İtalyan küratörler Giorgio Maffei ve Emanuele De Donno tarafından ilk kez bir araya getirilen bu kitaplar, 2009 yılı Nisan ayında LeWitt’ in 30 yılını geçirdiği Spoleto şehrinde gösterildi. Sol LeWitt, diğer mecralardaki üretiminden farklı düşünmediği kitaplarını hiçbir zaman “gerçek sanatının” yan üretimi olarak görmedi. LeWitt’in bir nesneyi veya bir rengi mümkün olan sınırlarına sistematik olarak itmek üzerine inatçı, kapsamlı, yorulmaz deneme ve girişimlerinin basılı malzeme şeklini almış bu işlerden 48 tanesini VIAINDUSTRIAE işbirliği ile BAS’da göstereceğiz.
Sol LeWitt sadece kendisi için kitap üretmedi. 1976 yılında aktivist, yazar, sanat eleştirmeni
Lucy Lipard başta olmak üzere, 8 arkadaşıyla birlikte New York’da şu anda dünyadaki basılı malzeme ve sanatçı kitapları üzerine çalışan en kapsamlı, en eski sanatçı insiyatifi/ kar gütmeyen oluşumu Printed Matter’ı kurdular.
Bu bağlamda
Printed Matter’ın ortaya çıkışına ilk zamanlarından beri tanıklık etmiş, LeWitt ve Lipard ile kapı komşuluğu yapmış, dönemi için çok önemli olan Printed Matter
vitrin sergilerine katılmış, 71 yılından beri New York’da yaşayan sanatçı
Antoni Muntadas’ı konuşmaya davet ettik.
Muntadas sansür, arşiv, kayıt, çeviri, aktarım, uyarlama konularına sosyal ve politik durumlar üzerinden bakan bir sanatçı. İşlerinde çoklu ortam teknolojilerinin yanısıra basılı malzemenin önemli bir yeri var. Muntadas bu konuşma için önemli bulduğu
sanatçı kitaplarından bir seçki hazırlayacak. Bu kitaplar ve 70’li yılların kitapla çalışan önemli sanatçı insiyatiflerinden Printed Matter ve Ulises Carrion tarafından kurulan Other Books and So üzerinden bir kamusal alan olarak basılı malzemeye; toplama, yayma, yayılma ve dahil olma sistemlerine bakmaya çalışacağız.
Konuşma Sol LeWitt sanatçı kitapları sergisinin son günü olan 13 Ocak 2010’da BAS’ın yeni mekanında gerçekleşecektir.

Bekliyoruz...

*Konuşma ingilizce, mekan küçük olacaktır.

Wednesday, December 9, 2009

tête-à-tête conversations started at akademie schloss solitude



first guest: danilo prnjat (belgrade)
photos: selim birsel and petrina hicks

tête-à-tête is a conversations project I developed for Akademie Schloss Solitude. the projects takes its title and inspiration from a special chair pair designed by Selim Birsel. the model of course comes from the dialogue between curator and artist, the proximity in between, sort of potential trust of disclosure and mutuality. the fellows residing in the schloss are invited by me for an interview on their way of looking at the politicization of difference, the promises of residencies as part of this production of difference system, of course opening the starting points of the conversation with insights from their own practice.

Tuesday, December 8, 2009

sade


copy+paste:
http://www.soulculture.co.uk/featuredbanner/sade-soldier-of-love-listen-here/

Sunday, December 6, 2009





06/12/2009 09:33

İSTANBUL - Extramücadele’nin internet sitesi, ‘Atatürk karşıtı çizimler yaptığı’ gerekçesiyle ‘hack’lendi.. Hafriyat sanatçı grubunun bir üyesi olan Extramücadele, kendine özgü, ironik ve eleştirel çizimleriyle dikkat çeken bir sanatçı. Pek çok ulusal ve uluslararası sergiye, yayına dahil olan Extramücadele’nin desenlerinin yer aldığı sitesi, içerdiği virüsler dolayısıyla açılamaz hale getirildi. www.extramucadele.com adresi doğrudan tıklanarak açılabiliyor, ancak virüs tarayıcısı olan arama motorları üzerinden, içerdiği virüsler nedeniyle ulaşılamıyor.
Konuyla ilgili konuştuğumuz sanatçı, “Siteye daha önce de pek çok tehdit email’i gelmişti. Fakat bunların içinde ‘yakında sitenize ulaşılamayabilir’ uyarısı hiç olmamıştı. Düzenli ve kasıtlı bir çalışma. Profesyonel bir iş. Şu an gerçekten siteye ulaşmak oldukça zor. Sanatın ve yaratıcılığın özgür olmasını, özgür bırakılmasını diliyorum. Türkiye ve ortadoğu için en hayırlı isteğim budur: Daha çok hoşgörü, daha çok özgürlük,” dedi. (Kültür Sanat)

Thursday, December 3, 2009

computer sayz no!


The New York State Senate decisively rejected a bill on Wednesday that would have allowed gay couples to wed, providing a major victory for those who oppose same-sex marriage and underscoring the deep and passionate divisions surrounding the issue.

The 38-to-24 vote startled proponents of the bill and signaled that political momentum, at least right now, had shifted against same-sex marriage, even in heavily Democratic New York. It followed more than a year of lobbying by gay rights organizations, who steered close to $1 million into New York legislative races to boost support for the measure.

Since 2003, seven states, including three that border New York, have legalized same-sex marriage. But in two of the seven — California last year and Maine last month — statewide referendums have restricted marriage to straight couples, prohibiting gay nuptials. Pollsters say that while support generally is building for same-sex marriage, especially as the electorate ages, voters resist when they fear the issue is being pushed too fast.

Sunday, November 22, 2009

societe realiste @uqbar berlin


Opening Friday, November 27, 2009, 7 p.m.
from 9 p.m., Kolonie Wedding Afterhour, Smaragd, Prinzenallee 80

Duration November 28, 2009 – January 23, 2010

In 2006, the Paris-based cooperative Société Réaliste launched Transitioners, a "trend design agency" specialising in political transitions. Transposing the principles of trend forecasting generally used by the fashion industry to the field of politics, the project questions the revolution as a central category for contemporary Western society. How can a "democratic transition" be produced? What is the role of design in the permanent conversion of political flux into mythology? How can the effect of an event on citizens be transformed into a controlled affect?

Depending on the present political atmosphere, Transitioners defines the general climate in which future social transformation movements will take place, in order to maximize their efficiency. Like any other trend design bureau, Transitioners' clients are designers, who can use the bureau's proposals to design the revolutions to come: logotypes, color charts, lexical fields, etc. Each new trend collection originates from a specific historical event: the inspiration for Bastille Days (2007) was the French Revolution, the collection Le Producteur (2008) was based on the utopias developed during the first three decades of the 19th century, by thinkers such as Fourier, Enfantin, Rodrigues, Cabet, Owen, or Saint-Simon.

After venues in London and Novi Sad Transitioners presents at uqbar its 2009 collection London View. Inspired by the 1848 European Revolution, this collection approaches the "Year of Revolution" and the new political paradigm experienced in those days: the scheme of a synchronous and continental revolutionary attempt. From the first students and workers demonstrations in Paris in February 1848 to the end of the Hungarian Civil War in December 1849, revolutions took place everywhere in Europe. Forty European cities have been the theatres of major collective events that continue to interrogate today’s political context: collective spontaneity, polycentric organization, international collaboration by means of communication and "glocal" networking. Moreover, Friedrich Engels and Karl Marx published in February 1848 for the first time the Manifesto of the Communist Party, an essay that strongly affected the history of the social movement. Transitioners: London View questions specific points in Marx and Engels' analyses of the political situation, in particular a certain inaccuracy of their theoretical "London" point of view in regard to the multiplicity and the complexity of the revolutions happening concurrently on the European continent. The collection intends to highlight similar contemporary situations of disjunction between manifold revolutionary practices and standardized theoretical attempts.

On show at uqbar is a series of graphics, juxatposed on the walls of the project space. One of the maps superimposes the political frontiers that existed at the turn of each century between year 0 and year 2000 on the European peninsula and its surroundings. The frontiers are indicated following a specific color tone expressing their age, from pure cyan in year 0 and pure magenta in year 2000. The artists produce in another graphic a colorimetric map of European segmentations, by giving every single portion of land divided between these frontiers a specific teint. In another one, more than 200 color tones are associated with a European city. The list starts with Lisbon as an extreme West point and finishes with Urmia, Iran as the East boundary. In this arrangement, specific colours highlight the 40 European cities that went on insurrection during the 1848 continental revolution. A wall painting mixes the English version of the Manifesto of the Communist Party with an antonymic version by the artists.

Société Réaliste is a Parisian cooperative created by Ferenc Gróf and Jean-Baptiste Naudy in June 2004, working with political design, experimental economy, territorial ergonomy and social engineering consulting. Polytechnic, it develops its production schemes through exhibitions, publications and conferences. For further information see: www.societerealiste.net

Monday, November 16, 2009

new museum: muze yonetimi koleksiyoner kurator sanatci iliskilerinde etik tartismasi

takip ediyorsunuzdur new museum kendi yurutme kurulunda bulunan dakis joannaou'nun kolleksiyonunu jef koons kuratorlugunde sergileyecegini ilan ettikten sonra muze etigi meselesi uzerine ny times olmak uzere bir kisim medya ve blogda bircok yazi cikti. mesela bir tanesi http://www.artfagcity.com/
bunun uzerine gelen yorumlardan birtanesini buraya koymak istedim. eski new museum calisanlarindan hakan FB sayfasinda paylasmis. new york gibi kurumlarin degismez otorite rolunu oynadigi yerde boyle bir tartismanin baslamasi dikkat cekici:

MY5CENTS: How to save New Museum in 5 easy steps! Why? Because we care!

1. NuMU has to suspend the collector’s show for a later time if not canceling it permanently.
2. Curators need to write a position paper acknowledging the short-comings of such undertakings and appreciate the sensitivities of art world(s)
3. During the exhibition period leave the space empty. Invite various curatorial and art collectives, scholars and art workers to organize a wide range of events which can use the bare spaces of the museum as a platform to reflect on the current conditions of [neo-liberal] cultural institutions. Suggested groups: WHW, 16 Beaver, Superflex, xurban (yeah☺),…
4. NuMu should change their internal policy to include, artists, NuMu workers (including the temp art handlers) into decision-making processes. Implement a new code of ethics so that the relationship between curators, trustees, collectors, and dealers are extremely transparent, if there should be any at all.
5. Writes a new mission statement for a new “new new museum” (well, because “new-new museum” did not work that well, did it?). Dedicates considerable exhibition and programming time to non-commercial and/or non-western artists, curators and groups.

Note: friends, please make suggestions, additions, subtractions so that we circulate this widely. Cheers.

dersim yorumlari. herkes bildigi ne varsa anlatsin da ogrenelim

Onur Oymen vakasini okurken gordugum ilginc okumalardan bir tanesini koymustum. Dersim'de Osmanli baglantisini kuran, ortamin oyle cok da hosgorulu olmadigini ima eden. Osmanli'nin Anadolu'yla kurdugu ya da kuramadigi iliski benim kafami hep kurcalar. Okumak lazim.
Baya insani urpertiyor bugun bir Alevi mahallesine Yavuz Selim adi konmasi. Benim kendi yakin tarihimde hala unutamadigim bir Madimak var.
Ote yana bak hala susmuyor sozde dengeleyici siyaset yapanlarimiz. Bildigim var soylemiyorum incinmeyin diye, ben fasistsem Dersim'i bastiranlar ne diye de hemen gardini almis.
Iclerinin boslugunu, koflugunu, rengini golgelere siginarak mesrulastirmaya tam gaz devam.
Ne biliyorsa soylesin, hepimiz ogrenelim. Hatta firsati varken yazsin yeniden memleketin yakin tarihini de; bizim nedense kafalarimizin almadigi ama onlarin bilip de erdigi neymis gorelim. Halkin(!) partisine gore zaten (baska bir yorumdan) "memlekette kürt yok, ermeni yok, gayrimüslim yok, çingene yok, komünist yok, anarşist yok, alevi yok, arap, dindar yok"

dersim'de 1937-38'de ne olmustu?

bianet sagolsun 22 yil once nokta dergisinin yayinladigi arsivi gundeme getirmis

http://bianet.org/galeri/dersim-1937-1938?page=1

"Dersim, Cumhuriyet hükümeti için bir çıbandır. Bu çıban üzerinde kesin bir ameliye yapmak ve elim ihtimalleri önlemek, memleket selameti bakımından mutlaka lazımdır...

Okul açmak, yol yapmak, refah sebeplerini sağlayacak fabrikalar kurmak, kendilerini meşgul etmeye yarayan çeşitli sanayi işleri sağlamak, özet olarak yurt sahibi yapmak veya uygarlaştırmak suretiyle ıslaha çalışmak hayalden başka bir şey değildir."

Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey, İçişleri Bakanlığı'na raporunu sunduğunda Dersim olaylarına doğru bir adım daha atılmış oluyordu. Bir süre sonra Dersim'in adı Tunceli'ye dönecek, adına özel yasalar çıkarılacak, ardından da kanlar dökülecekti. Tam yarım yüzyıl önceydi bütün bunlar. Ve yarım yüzyıl boyunca konuşulmayacaktı. O kadar ki...

Muhsin Batur, 1985 yılında yayınlanan "Anılar ve Görüşler" adlı kitabında şunları yazıyordu. "Günlerden bir gün alayımıza emir geldi... Tren yoluyla Elazığ'a intikal edilecek, bir süre orada eğitim gördükten sonra o zamanlar Dersim denilen bölgeye gideceğiz. Tren yolculuğumuz 40 kişinin paylaştığı kapalı yük vagonlarında pek ilkel ve zor koşullar altında gerçekleşti. Elazığ'ın biraz uzağında Harput'un eteklerinde çadırlı ordugâh kurduk ve bir müddet sonra ilk durak Pertek olmak üzere harekete geçtik ve iki ayı aşkın bir süre özel görev yaptık. Okuyucularımızdan özür diliyor ve yaşantımın bu bölümünü anlatmaktan kaçınıyorum..."

Muhsin Batur, yaşadıklarını kendisine saklamıştı. Pek çok başkaları gibi... "Bir şeyler", önemli bir şeyler olmuştu 50 yıl önce. Oysa bugün genç kuşaklar, neredeyse Dersim adını bile bilmiyordu. Bugünü anlamanın anahtarı olan "dün" unutulmuştu.

Ve yarım yüzyıl sonra Nokta "dün"ün kapısını açıyordu. İngiliz arşivlerinde bugüne dek karanlıkta kalan belgeler ve mektuplar; Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı'nın kamuoyuna yansımayan "Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar" adlı belgesel yayını; o günlerin canlı tanıkları... Bütün bunlar bir manzarayı gözler önüne seriyordu: Dersim isyanı... 1937 baharından 1938 baharına iki tenkil harekâtı. Binlerce ölü, onbinlerce sürgün..

Her şey köprüyle...
"37 geldiği zaman bir köprü meselesinden geldi. İki ya da üç kişi köprüyü yaktılar. Cehaletten çoban mı yaktı, başkası mı yaktı bilemezsin yani... Belli değil, yani bilmezlikten yaktılar. Ondan sonra başladı. Olay büyüdü..."

Kureşanlı 60 yaşındaki Veli Çelik'in anlattığı bu köprü olayı, Genelkurmay belgelerinde şöyle geçiyordu: "İlk olay, Pah bucağı ile Kahmut bucağını birbirine bağlayan Harçik deresi üzerindeki tahta köprünün 20/21 Mart 1937 gecesi Demenan ve Haydaranlılar tarafından yıkılması ve köprü ile Kahmut arasındaki telefon hattının tahrip edilmesiyle başladı."

Köprü bir kıvılcımdı. Avusturya veliahdının öldürülmesi Birinci Dünya Savaşı'nın başlamasında ne ölçüde etkense, köprünün yakılması da Dersim olaylarını başlatmada o ölçüde etkendi.

Evet, köprü yıllarca için için yanan bir ateşi canlandırmıştı. Dersimlilerin asker ve vergi vermeyi reddetmeleriyle somutlaşan bir ateşti bu. Dersim bir sancıydı... Tunceli Kanunu, 1935 yılında böyle bir ortamda çıkarılmıştı. Kanuna göre, vali ve komutan, bakanların bütün yetkilerine sahip olacak; kaymakamlıklara muvazzaf subaylar, belediyelere başkanlar atayabilecek; ilçe ve bucakların merkezlerini değiştirebilecek; gerekli gördüklerini il dışına çıkartabilecekti. Asıl önemlisi hukuk alanındaki düzenlemelerdi. Bu kanunla Tunceli'de yapılacak yargılamalara da özel yöntemler getiriliyordu.

Gazeteci Naşit Uluğ, "Tunceli Medeniyete Açılıyor" adlı kitabında, yapılanları "mazinin kötülüklerini tasfiye" olarak yorumluyor ve şöyle diyordu:

"Doğu illerimizdeki kötülüklerin başında memleketin emniyet ve asayişini tehdit eden hıyanet ve şekavet ocakları vardı. Halkı esir gibi kullanan derebeylik ve toprak ağalığının yanında, bunların daha korkuncu olarak aşiret sistemi geliyordu. Bu sistem, Kemalist rejim muvacehesinde fiili bir isyan ve itaatsizlikten farklı görünmüyordu."

"Meğer askeri yolmuş..."
70 yaşındaki Şükrü Baykara Nokta'ya anlatıyordu: "1937'de önce yol yapıldı. Öğrendik ki meğer askeri yol yapılıyormuş. O zaman ben 19-20 yaşındaydım... Olaylar öyle hızlı oldu ki, iki-üç gün içinde sildi süpürdüler."

Önce yol gelmişti Dersim'e, ardından da uçaktan atılan bildiriler. 4 Mayıs 1937 tarihini taşıyordu bildiriler ve Genelkurmay yayınına göre "Türkçe, Osmanlıca harflerle, mahalli lisanda" yazılmıştı: "Sizi ayaklandırmaya çalışan zavallıları Cumhuriyet hükümetine teslim ediniz veyahut onlar kendileri teslim olmalılar. Bu takdirde cümleniz masum kalacaksınız. Teslim edilenler veya kendiliğinden teslim olanlar dahi Cumhuriyetin adil muamelesinden başka hiçbir şey görmeyeceklerdir. Aksi takdirde, yani dediklerimizi yapmazsanız, her tarafınızı sarmış bulunuyoruz. Cumhuriyetin kahredici orduları tarafından mahvedileceksiniz."

Bildirilerle aynı tarihi taşıyan Bakanlar Kurulu'nun gizli bir kararında da şöyle deniyordu:

"Sadece taarruz hareketiyle ilerlemekle iktifa ettikçe isyan ocakları daimi olarak yerinde bırakılmış olur. Bunun içindir ki, silah kullanmış olanları ve kullananları yerinde ve sonuna kadar zarar veremeyecek hale getirmek, köyleri kamilen tahrip etmek ve aileleri uzaklaştırmak lüzumlu görülmüştür."

Dersim'de adım adım tarih yaratılıyordu. Tarihi yaşayanlardan biri Mehmet Kangutan'dı. 1937'de 11 yaşındaydı Kangutan ve o günleri Nokta'ya bugün şöyle anlatacaktı:

"Abdullah (Alpdoğan) Paşa buraya geldiği zaman hem adli hem idari bütün yetkilere sahipti. İstese adam öldürebilirdi... Bütün aşiret reislerine emir çıkardı. Dedem Karabali aşiretinin reisi olduğu için oha da emir çıkardı: Herkes aşiretin silahlarını göndersin, fes yasak... Dedem belki yüz-yüz elli tüfeği katırlara odun yükler gibi yükledi, gönderdi. Herkes şapka giydi. Tüccarlarda şapka kalmadı. Ve adam yol yapmaya başladı. Atatürk'ün hastalığı zamanındaymış... Abdullah Paşa üç şey istiyordu: Askere gideceksiniz, verginizi vereceksiniz, birbirinizin malına göz koymayacaksınız... Abdullah Paşa'nın bu icraatına rağmen tek tük hadiseler oluyordu. Tabii bunlar büyük bir katliamı icap ettirmiyordu."

Silah meselesi Genelkurmay belgelerinde de yer alıyordu. Dersim havalisini teftişle görevlendirilen Diyarbakır Valisi Cemal Bey'in İçişleri Bakanlığı'na sunduğu şu raporla: "Üç-beş şahıs müstesna, ağalar ve reisler ve dahil bütün Dersimliler son derece fakirlik ve zaruret içinde çırpınmaktadırlar. Soygunculuk hareketlerinin sebebi, yaşamak hissi ve endişesidir... Her Dersimli, hayatını, malını korumak kaygusu ile silahlı bulunmak zorunluluğunda kalmıştır..."

Gerek Cemal Bey'in raporu gerekse öteki istihbarat ve değerlendirme, hükümeti bir sonuca götürüyordu: "Dersim'in ıslahatı zaruridir."

Genelkurmay yayınında şu satırlara yer veriliyordu: "Tunceli Kanunlarının uygulanmasında ilkin, Dersim'e hâkim olmak esası dikkate alındığı için Kahmut, Sin, Karaoğlan, Amutka, Danzik, Haydaran gibi bucak merkezlerinde birer karakol tesisi ve binalarının inşaasına başlanmıştı.

"Bu iş; çok uzun zamandan beri hükümet memuru ve nüfuzu görmeyen aşiret reisi ve ağalarının hoşuna gitmemiş ve özellikle Kalan'da yeni bir ilçe teşkili bunların kuşkularını büsbütün artırmıştı. Bu arada Suriye'den Tunceli bölgesine giren bazı Ermenilerin Koçkirili Ali Şir'in etrafta yaptığı menfi propagandanın halk üzerindeki etkisi de büyüktü. Bu durum dolayısıyla Yukarı Abbas uşağı aşireti reisi Seyit Rıza; Haydaran, Demenan, Yusufan, Kureyşan aşiretlerine adamlar göndermek suretiyle bunların hükümet aleyhine ittifakını sağlamış oldu."

Bu ittifakın gözle görünür ilk sonucu köprünün yakılması olarak gelmişti. Bunun üzerine, bölgeye ilginin artırılmasına karar verilmişti: "Son olay ve alınan haberler gösteriyordu ki, hükümetin Tunceli içerisine adım adım girişi, çıkarları bozulan bazı kimseleri sıkmakta, çıkarılan Orman Kanunu, dağ köylerinde keçilerinin aç kalacağı korkusunu doğurmakta ve bunlara benzer birtakım zararlı propagandalarla halk kışkırtılmakta idi. Bu durum dolayısıyla önümüzdeki ilkbaharda gerek Tunceli içinde ve gerekse çevresindeki illerde sarkıntılık ve çapulculuk hareketlerinin artacağı ihtimali karşısında Tunceli içinde ve çevresinde kuvvetli bulunmak lazımdı."

Kanlı bahar
1937 yılında ilkbahar Dersim'e böyle koptu kopacak bir fırtınayla birlikte gelmişti. Dağ taş silah aranıyor, silah toplanıyordu. Karakolların sayısı artmıştı. Ve...

Genelkurmay yayınının 382. sayfasında anlatılıyordu: "Hemen hemen her gün eşkıyanın şu veya bu karakola baskın yapacağı haberleri alınıyordu. Birkaç kez Elazığ'da bulunan uçak bölüğünce; eşkıyanın toplandığı yerler, özellikle bu ayaklanmayı görünürde perde arkasından yönettiği bilinen Seyit Rıza'nın evi ve civarı havadan bombalandı.

Her gün biraz daha şiddetini artıran kaynaşmaya rağmen henüz ciddi bir hareket olmamıştı.

Nihayet bir gün (26 Nisan 1937) Sin bucağının Hozat'la irtibatının dağ yolu ile yapılmasını sağlamak maksadı ile açılan ve mevcudu 36 sabit jandarmadan ibaret olan Askisor karakolu saat 20.00'den itibaren 100 kadar eşkıya tarafından kuşatıldı. Alınan diğer haberlerden de anlaşıldığına göre; bu gece eşkıyanın gruplar halinde Sin ve Kahmut bölgelerine baskın yapmaları bekleniyordu.

Bir gün önce Uzuntarla bölgesinde toplandığı haber alınan eşkıya 26/27 Nisan gecesi saat 23.00'te 80 kişilik bir kuvvetle Harçik suyunun doğusunda ve Pah kuzeyinde bulunan 9'uncu Seyyar Jandarma Taburu Süvari Bölüğü'ne taarruza başladı ve sabaha kadar eşkıya ile bölük arasında çok yakın mesafede ve çok şiddetli müsademe devam etti. Bölük bu saldırıyı ancak iki mangası ile karşılayabilmişti."

Hükümet kararlıydı. İsyan bastırılacak, Dersim "tedip", yani terbiye edilecekti. İlk kadın pilot Sabiha Gökçen'in uçağından atılan bu ilk bombalar kararlılığın göstergesiydi. Ama fırtına da kopmuştu. Artık tedip de yetmiyordu. Onun yerini, sözlüklerin "Düşman ya da zararlı kimseleri topluca ortadan kaldırma" diye tanımladığı "tenkil" almıştı. Bakanlar Kurulu kararlarında "tenkil"den söz ediliyor, Genelkurmay'ın arşivine tenkil raporları yağıyordu: "Bu hava taarruzunda özellikle Sabiha Gökçen Hanım'ın attığı 50 kiloluk bir bomba Keçizeken köyünden kuzeye doğru kaçan asi grubuna olduk­ça ağır bir zayiat verdirdiği yapılan gözetlemeden anlaşılıyordu."

Mehmet Kangutan da belleğindeki arşive yazmıştı tanık olduklarını: "Bir ara dediler ki yukardan kırıp geliyorlar. Tabii anamız gözü açık biri. Beni, ağabeyimi çıkarttı köyden... Gelmişler köye, toplamışlar tarlalarda. Biz tepenin arkasındaydık. Ordan mitralyöz seslerini duyuyorduk. Bizim köy ateşlendiği zaman, konağımız büyüktü, o konağı yaktıkları zaman ağlama tuttu beni. Biz karşıdan görüyorduk. İnsanlar da öldürüldükten sonra köyde insan hemen hemen kalmadı, ama biraz kaçan vardı."

Aynı sıralarda, yani 1937 Haziran sonlarında manzarayı Genelkurmay şöyle yorumluyordu: "Devam eden tarama faaliyetinde birçok asi köyleri yakılıyor, sıkıştırılan eşkıya grupları ile yapılan müsademelerde oldukça ağır zayiat verdiriliyor ve çok sayıda büyük baş hayvan, koyun ve keçileri toplanarak mahalli kaymakamlıklara teslim ediliyordu."

Genelkurmay'a gönderilen raporlarda benzeri cümlelere gittikçe daha sık rastlanır olmuştu. Bu raporlarda Seyit Rıza'nın adı da çok sık geçiyordu. "Temmuz 1937 sonlarında Tunceli'nin 1937 itaatsizliğine katılmış olan bütün aşiretlerin bölgelerinde, inilmemiş dere, çıkılmamış dağ ve taranmamış hiçbir yer kalmamıştı. Sarf edilen bütün gayretlere rağmen Seyit Rıza ve avenesi henüz ele geçirilememişti."

"Generalissimo"
Aynı günlerde Seyit Rıza, İngiliz Dışişleri Bakanlığı'na bir mektup yazıyordu. Seyit Rıza, "Dersim Generali" diye imza attığı ve elli yıl sonra ilk kez Nokta ile gün ışığına çıkan bu mektupta, İngiliz hükümetinden yardım istiyordu. Ne var ki, umduğunu bulamayacaktı. İngiliz Dışişleri Bakanlığınca İstanbul'daki İngiliz Konsolosluğu'na gönderilen bir yazıda şöyle deniyordu: "Eğer Türk hükümetine, mektubun tarafımızdan dikkate alınmadığı gayri resmi olarak bildirilirse iyi olur."

Bu ilginç yazının tarihi de ilginçti. İngiliz Dışişleri Bakanlığı'nın yazısı 5 Ekim 1937 tarihini taşıyordu.

Oysa Seyit Rıza bu yazıdan yaklaşık bir ay önce, 10 Eylül günü tutuklanmıştı. Anlaşılan bu kez İngiliz politikası, "bekle ve dengenin kimden yana döneceğini gör" biçiminde gelişmişti.

İngilizlerin gözlediği denge, Seyit Rıza'nın aleyhine bozulmuştu. Abasan aşiretinin başı Seyit Rıza, tutuklanmıştı. Kimi kaynaklara göre bu tutuklanma, "teslim olma" sonucunda gerçekleşmişti. Kimi kaynaklara göre ise, Seyit Rıza hükümetin "barış görüşmesi" çağrısına uyarak Erzincan'a gitmiş ve ele geçmişti.

Seyit Rıza'nın öyküsü yargılanıp 18 Kasım 1937 tarihinde sona eriyordu. Seyit Rıza, küçük oğlu Reşik Hüseyin, yeğeni Yusufhan aşireti reisi Kamber, Kureyşan aşireti reisi Seyit Hüseyin'in de aralarında bulunduğu on kişiyle birlikte asılmıştı. Bu, aynı zamanda 1937 harekâtının sonuydu. Başbakan İsmet İnönü, idamlar dolayısıyla yaptığı açıklamada, "Dersim meselesini ortadan kaldırdık, son verdik. Dersim müşkilesinden kurtulduk. Dersim'i her türlü askeri hareketlerle temizledik" diyordu.

Ancak, "mesele" ortadan kalkmamıştı. 1938'e yine huzursuzluklarla girilmişti. Gazeteci Naşit Uluğ, şöyle anlatıyordu: "Azgınlık bu sefer Kalan mıntıkasında başladı. Kalanlılara bundan önce uslu oturduklarından dokunulmamıştı. Henüz imar ve temdin çalışmaları kendi bölgelerine erişmemiş olan Kalanlılar, ağaların ve Seyit'lerin tahrikine uyarak Diztaş karakoluna tecavüz ettiler. Kış gelmişti, dağlar karla örtülmüştü, yollar henüz bitirilmemişti, harekâta yazın devam edilmek üzere kış geçirildi. Havalar açılınca asker Kalan mıntıkasına girdi."

Bir başka "bahar"
Dersim'de yine hazırlık vardı. Yine bahar bekleniyordu. Ama bu kez hazırlıklar daha sistemli, tedbirler daha yoğundu. Başbakan da artık Celal Bayar'dı. Gerek 1937, gerekse 1938 harekâtını "yakinen" izleyen gazeteci Naşit Uluğ şunları aktarıyordu kitabında:

"Kamutay 1938 yaz tatiline girerken o zamanki Başbakan Celal Bayar, iç meseleler arasında Dersim'e de temas ederek, 'Bu yıl Dersim denilen işi kat'i surette tasfiye etmek için devletin bir tedbiri daha olduğunu ve ordumuzun Dersim havalisinde vazife alacağını ve umumi bir tarama hareketiyle bu meseleyi kökünden söküp atacağını söylemişti."

1938 harekâtı için her şey hazırdı. Öyle ki, harekâtın artık basılı bir "kılavuz kitabı" bile vardı. 1938 yılında Elazığ Turan Matbaası'nda Tunceli Vali ve Kumandanlığı tarafından bastırılan kitapçığın adı şöyleydi: "Tunceli bölgesinde yapılan eşkıya takibi hareketleri, köy arama ve silah toplama işleri hakkında kılavuz."

Dam nasıl yakılır?
Kılavuz, bir tenkil hareketi için gerekli tüm bilgileri içeriyordu. Örneğin, "köyde eşkıya araması" bölümünün 6. maddesinde "Silah atan köy yakılmalıdır" denilirken, 7. maddesinde bu işin nasıl yapılacağı anlatılıyordu: "Damlar taş ve topraktan ibaret olup yalnız tavan ve direkleri ve ağaç dalları vardır. Bunları yakmak güçtür. Ancak dam üstünden bir kısım toprak atılarak ağaçlar meydana çıkarılır. Toplanacak odun ve çalılar burada yakılmak suretiyle bina ateşe verilir. Oda kapısından içeriye odun yığarak ateşleme sureti ile genişletilir."

Kılavuzun "silah toplama" bölümünde de şu "bilgiler"e yer veriliyordu: "Silah teslime mecbur etmek için kadın ve çocukların toplanarak hükümete teslim edileceğini söylemek çok kere iyi netice verir. Bu gibilerin damlarını yakmak faydalıdır."

O günleri yaşayanlardan Şükrü Baykara'nın "kıran kırana" diye tanımladığı bir çatışma başlamıştı artık Tunceli'de. Genelkurmay yayınında, bu çatışmalardan 21 Temmuz 1938 günü Laç deresi civarında cereyan edeni şöyle anlatılıyordu:

"Haydutların sığındığı, ağızları mazgallı taş duvarlarla kapatılmış mağaralar, cesur askerlerimiz tarafından kuşatılmış, top ve makineli tüfek ateşinden başka 25'inci Alay'dan gönderilen istihkâm müfrezesi tarafından tahrip kalıpları atılmak suretiyle mağaralar tahrip edilerek içindekiler öldürülmüş, can havli ile dışarıya fırlayanlar da ateşle imha edilmişti. Böylece tarama sahası içindeki mağaralarda toplam olarak 216 haydut imha edilmiş, ayrıca 12 haydut cesedi Munzur suyu üzerinde görülmüştü."

Genelkurmay yayınının bundan sonrasında tarihler, mevki isimleri ve ölü sayıları birbirini izliyordu: "Haydutlardan 20 kadar ceset... Tayyare filosunun bombalı taarruzunda haydutlardan 40'tan fazla zayiat... Kaçmak isteyen 49 kişinin imhası... Dört köyden 395 haydudun ölü olarak ele geçirilmesi..."

Ve bir örnek: "Mameki Dağ Tugayı bölgesinde bir kuvvetimiz Çat Köyü'ne ateş baskını yaptı. Bu baskına haydutlar şiddetle karşı koydularsa da Çat Köyü'ndeki kalabalık, perişan bir halde bağrışma ve feryatlar içinde kaçıştılar. Bu müsademede haydutlar 15'i silahsız olmak üzere 70 kadardı. Müsademe sırasında 20 kadarı imha edildi."

Doğal olarak raporlara, belgelere yalnızca rakamlar ve kuru bilgiler yansıyordu. 80 yaşındaki Menez Akkaya ise, Nokta'ya anlattıklarıyla canlı bir tablo çiziyordu:

"Ben o zaman genç kızdım. Bizim köye askerler birkaç kez geldi gittiler. Bir şey yapmadılar bize. Türkçe bilmediğimiz için ne dediklerini anlamıyorduk. Daha sonra bir gün yine geldiler. Bütün köy halkını topladılar. 200-300 kişi vardı. Kadın, çoluk çocuk hepsi oradaydı. Hepimizi Değirmentaş'ın oraya götürdüler. Bize, silahlarımızı toplayıp serbest bırakacağız diyorlardı. Ama bizi çay kıyısına götürüp öldürdüler. Kocamı da öldürdüler. Biz üç kişi kurtulduk. Ben ağaca yapıştım, öyle kurtuldum. Günlerce aç susuz ölülerin yanında kaldık. Öyle olmuştu ki, korku diye bir şey kalmamıştı

1938 fırtınası Eylül sonunda diniyordu. Ardında binlerce ölü bırakarak. Genelkurmay yayınına bakılırsa, ölü sayısı 4 binden az değildi. Gerçi bu, Kurtuluş Savaşı boyunca 9 bin kişinin şehit olduğu düşünülünce oldukça büyük bir rakamdı, ama yine de "kesine yakın" olduğu söylenemezdi. Çünkü ölü sayıları genellikle yuvarlak hesaplarla veriliyor ve örneğin "tarama bölgesi içinden ölü ve diri 7954 kişi çıkarılmıştır" gibi, ölü sayısının bilinemeyeceği ifadeler kullanılıyordu.

Aralarında, özel olarak gönderilen Muhafız Alayı'nın bulunduğu yaklaşık 50-60 bin kişilik askeri kuvvet artık çekilmeye başlamıştı, Tunceli'den.

İsyan bitmiş, ölen ölmüştü. Kalan sağlar ise... Onlar için Bakanlar Kurulu, "Tunceli halkından ve yasak bölgelerin içinden ve dışından 5-7 bin kişinin Batı illerine nakil ve iskânı" kararını almıştı.

Ve İngiltere'nin Trabzon Konsolosu, Dersim olaylarıyla ilgili olarak Ankara'daki Büyükelçiliği'ne gönderdiği son raporunu şu değerlendirmeyle sonuçlandırıyordu: "Artık söylenen şu: Türkiye'de Kürt sorunu bitmiştir."


* Nokta Dergisinin 28 Haziran 1987 tarihli yıl 5, sayı 25'te "Dersim 1937-1938/ Yarım Yüzyıl Sonra" başlıklı dosyası Ayşenur Arslan, Hıdır Göktaş, Nadire Mater, Mahmut Övür ve Seral Özzeybek imzalarını taşıyor.

Thursday, November 12, 2009

Marie Ndiaye for Prix Concourt and Scandalous French


Marie NDiaye has become the first black woman to win France's leading literary prize, the Goncourt.

The 42-year-old was honoured for her novel Trois Femmes Puissantes (Three Powerful Women), a saga set in both Africa and Europe.

Frenchwoman NDiaye, whose father is Senegalese and mother French, said: "This prize is an unexpected reward for 25 years of persistence."

She becomes the first woman in a decade to be awarded the Goncourt.

Nominal prize fund

"I am very happy to be a woman receiving the Goncourt," said NDiaye at the awards ceremony, which by tradition took place in a Parisian restaurant.

"The book's success was already a miracle of sorts," she added, referring to her novel attaining best seller status in France when it was published earlier this year.

NDiaye, who published her first novel at the age of 17, has also gained a reputation as a screenwriter and playwright.

She moved to Berlin in 2007 after President Nicholas Sarkozy won the election, saying she finds France under his rule "monstrous" and "vulgar".

The Goncourt Prize, which was first handed out in 1903, awards the best new novel in French literature.


So says BBC. And here is the scandal. Because NDiaye accused France under Sarkozy as monstrous, now Eric Raoult, a politician of right wing affliated with Union for a Popular Movement, started a polemique claiming Ndiaye doesn't have the right to receive Prix Concourt and asking Ministry of Culture to take the prize back.

For French readers check the latest interview with Marie NDiaye at lesinrocks.com