Sunday, November 22, 2009

societe realiste @uqbar berlin


Opening Friday, November 27, 2009, 7 p.m.
from 9 p.m., Kolonie Wedding Afterhour, Smaragd, Prinzenallee 80

Duration November 28, 2009 – January 23, 2010

In 2006, the Paris-based cooperative Société Réaliste launched Transitioners, a "trend design agency" specialising in political transitions. Transposing the principles of trend forecasting generally used by the fashion industry to the field of politics, the project questions the revolution as a central category for contemporary Western society. How can a "democratic transition" be produced? What is the role of design in the permanent conversion of political flux into mythology? How can the effect of an event on citizens be transformed into a controlled affect?

Depending on the present political atmosphere, Transitioners defines the general climate in which future social transformation movements will take place, in order to maximize their efficiency. Like any other trend design bureau, Transitioners' clients are designers, who can use the bureau's proposals to design the revolutions to come: logotypes, color charts, lexical fields, etc. Each new trend collection originates from a specific historical event: the inspiration for Bastille Days (2007) was the French Revolution, the collection Le Producteur (2008) was based on the utopias developed during the first three decades of the 19th century, by thinkers such as Fourier, Enfantin, Rodrigues, Cabet, Owen, or Saint-Simon.

After venues in London and Novi Sad Transitioners presents at uqbar its 2009 collection London View. Inspired by the 1848 European Revolution, this collection approaches the "Year of Revolution" and the new political paradigm experienced in those days: the scheme of a synchronous and continental revolutionary attempt. From the first students and workers demonstrations in Paris in February 1848 to the end of the Hungarian Civil War in December 1849, revolutions took place everywhere in Europe. Forty European cities have been the theatres of major collective events that continue to interrogate today’s political context: collective spontaneity, polycentric organization, international collaboration by means of communication and "glocal" networking. Moreover, Friedrich Engels and Karl Marx published in February 1848 for the first time the Manifesto of the Communist Party, an essay that strongly affected the history of the social movement. Transitioners: London View questions specific points in Marx and Engels' analyses of the political situation, in particular a certain inaccuracy of their theoretical "London" point of view in regard to the multiplicity and the complexity of the revolutions happening concurrently on the European continent. The collection intends to highlight similar contemporary situations of disjunction between manifold revolutionary practices and standardized theoretical attempts.

On show at uqbar is a series of graphics, juxatposed on the walls of the project space. One of the maps superimposes the political frontiers that existed at the turn of each century between year 0 and year 2000 on the European peninsula and its surroundings. The frontiers are indicated following a specific color tone expressing their age, from pure cyan in year 0 and pure magenta in year 2000. The artists produce in another graphic a colorimetric map of European segmentations, by giving every single portion of land divided between these frontiers a specific teint. In another one, more than 200 color tones are associated with a European city. The list starts with Lisbon as an extreme West point and finishes with Urmia, Iran as the East boundary. In this arrangement, specific colours highlight the 40 European cities that went on insurrection during the 1848 continental revolution. A wall painting mixes the English version of the Manifesto of the Communist Party with an antonymic version by the artists.

Société Réaliste is a Parisian cooperative created by Ferenc Gróf and Jean-Baptiste Naudy in June 2004, working with political design, experimental economy, territorial ergonomy and social engineering consulting. Polytechnic, it develops its production schemes through exhibitions, publications and conferences. For further information see: www.societerealiste.net

Monday, November 16, 2009

new museum: muze yonetimi koleksiyoner kurator sanatci iliskilerinde etik tartismasi

takip ediyorsunuzdur new museum kendi yurutme kurulunda bulunan dakis joannaou'nun kolleksiyonunu jef koons kuratorlugunde sergileyecegini ilan ettikten sonra muze etigi meselesi uzerine ny times olmak uzere bir kisim medya ve blogda bircok yazi cikti. mesela bir tanesi http://www.artfagcity.com/
bunun uzerine gelen yorumlardan birtanesini buraya koymak istedim. eski new museum calisanlarindan hakan FB sayfasinda paylasmis. new york gibi kurumlarin degismez otorite rolunu oynadigi yerde boyle bir tartismanin baslamasi dikkat cekici:

MY5CENTS: How to save New Museum in 5 easy steps! Why? Because we care!

1. NuMU has to suspend the collector’s show for a later time if not canceling it permanently.
2. Curators need to write a position paper acknowledging the short-comings of such undertakings and appreciate the sensitivities of art world(s)
3. During the exhibition period leave the space empty. Invite various curatorial and art collectives, scholars and art workers to organize a wide range of events which can use the bare spaces of the museum as a platform to reflect on the current conditions of [neo-liberal] cultural institutions. Suggested groups: WHW, 16 Beaver, Superflex, xurban (yeah☺),…
4. NuMu should change their internal policy to include, artists, NuMu workers (including the temp art handlers) into decision-making processes. Implement a new code of ethics so that the relationship between curators, trustees, collectors, and dealers are extremely transparent, if there should be any at all.
5. Writes a new mission statement for a new “new new museum” (well, because “new-new museum” did not work that well, did it?). Dedicates considerable exhibition and programming time to non-commercial and/or non-western artists, curators and groups.

Note: friends, please make suggestions, additions, subtractions so that we circulate this widely. Cheers.

dersim yorumlari. herkes bildigi ne varsa anlatsin da ogrenelim

Onur Oymen vakasini okurken gordugum ilginc okumalardan bir tanesini koymustum. Dersim'de Osmanli baglantisini kuran, ortamin oyle cok da hosgorulu olmadigini ima eden. Osmanli'nin Anadolu'yla kurdugu ya da kuramadigi iliski benim kafami hep kurcalar. Okumak lazim.
Baya insani urpertiyor bugun bir Alevi mahallesine Yavuz Selim adi konmasi. Benim kendi yakin tarihimde hala unutamadigim bir Madimak var.
Ote yana bak hala susmuyor sozde dengeleyici siyaset yapanlarimiz. Bildigim var soylemiyorum incinmeyin diye, ben fasistsem Dersim'i bastiranlar ne diye de hemen gardini almis.
Iclerinin boslugunu, koflugunu, rengini golgelere siginarak mesrulastirmaya tam gaz devam.
Ne biliyorsa soylesin, hepimiz ogrenelim. Hatta firsati varken yazsin yeniden memleketin yakin tarihini de; bizim nedense kafalarimizin almadigi ama onlarin bilip de erdigi neymis gorelim. Halkin(!) partisine gore zaten (baska bir yorumdan) "memlekette kürt yok, ermeni yok, gayrimüslim yok, çingene yok, komünist yok, anarşist yok, alevi yok, arap, dindar yok"

dersim'de 1937-38'de ne olmustu?

bianet sagolsun 22 yil once nokta dergisinin yayinladigi arsivi gundeme getirmis

http://bianet.org/galeri/dersim-1937-1938?page=1

"Dersim, Cumhuriyet hükümeti için bir çıbandır. Bu çıban üzerinde kesin bir ameliye yapmak ve elim ihtimalleri önlemek, memleket selameti bakımından mutlaka lazımdır...

Okul açmak, yol yapmak, refah sebeplerini sağlayacak fabrikalar kurmak, kendilerini meşgul etmeye yarayan çeşitli sanayi işleri sağlamak, özet olarak yurt sahibi yapmak veya uygarlaştırmak suretiyle ıslaha çalışmak hayalden başka bir şey değildir."

Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey, İçişleri Bakanlığı'na raporunu sunduğunda Dersim olaylarına doğru bir adım daha atılmış oluyordu. Bir süre sonra Dersim'in adı Tunceli'ye dönecek, adına özel yasalar çıkarılacak, ardından da kanlar dökülecekti. Tam yarım yüzyıl önceydi bütün bunlar. Ve yarım yüzyıl boyunca konuşulmayacaktı. O kadar ki...

Muhsin Batur, 1985 yılında yayınlanan "Anılar ve Görüşler" adlı kitabında şunları yazıyordu. "Günlerden bir gün alayımıza emir geldi... Tren yoluyla Elazığ'a intikal edilecek, bir süre orada eğitim gördükten sonra o zamanlar Dersim denilen bölgeye gideceğiz. Tren yolculuğumuz 40 kişinin paylaştığı kapalı yük vagonlarında pek ilkel ve zor koşullar altında gerçekleşti. Elazığ'ın biraz uzağında Harput'un eteklerinde çadırlı ordugâh kurduk ve bir müddet sonra ilk durak Pertek olmak üzere harekete geçtik ve iki ayı aşkın bir süre özel görev yaptık. Okuyucularımızdan özür diliyor ve yaşantımın bu bölümünü anlatmaktan kaçınıyorum..."

Muhsin Batur, yaşadıklarını kendisine saklamıştı. Pek çok başkaları gibi... "Bir şeyler", önemli bir şeyler olmuştu 50 yıl önce. Oysa bugün genç kuşaklar, neredeyse Dersim adını bile bilmiyordu. Bugünü anlamanın anahtarı olan "dün" unutulmuştu.

Ve yarım yüzyıl sonra Nokta "dün"ün kapısını açıyordu. İngiliz arşivlerinde bugüne dek karanlıkta kalan belgeler ve mektuplar; Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı'nın kamuoyuna yansımayan "Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar" adlı belgesel yayını; o günlerin canlı tanıkları... Bütün bunlar bir manzarayı gözler önüne seriyordu: Dersim isyanı... 1937 baharından 1938 baharına iki tenkil harekâtı. Binlerce ölü, onbinlerce sürgün..

Her şey köprüyle...
"37 geldiği zaman bir köprü meselesinden geldi. İki ya da üç kişi köprüyü yaktılar. Cehaletten çoban mı yaktı, başkası mı yaktı bilemezsin yani... Belli değil, yani bilmezlikten yaktılar. Ondan sonra başladı. Olay büyüdü..."

Kureşanlı 60 yaşındaki Veli Çelik'in anlattığı bu köprü olayı, Genelkurmay belgelerinde şöyle geçiyordu: "İlk olay, Pah bucağı ile Kahmut bucağını birbirine bağlayan Harçik deresi üzerindeki tahta köprünün 20/21 Mart 1937 gecesi Demenan ve Haydaranlılar tarafından yıkılması ve köprü ile Kahmut arasındaki telefon hattının tahrip edilmesiyle başladı."

Köprü bir kıvılcımdı. Avusturya veliahdının öldürülmesi Birinci Dünya Savaşı'nın başlamasında ne ölçüde etkense, köprünün yakılması da Dersim olaylarını başlatmada o ölçüde etkendi.

Evet, köprü yıllarca için için yanan bir ateşi canlandırmıştı. Dersimlilerin asker ve vergi vermeyi reddetmeleriyle somutlaşan bir ateşti bu. Dersim bir sancıydı... Tunceli Kanunu, 1935 yılında böyle bir ortamda çıkarılmıştı. Kanuna göre, vali ve komutan, bakanların bütün yetkilerine sahip olacak; kaymakamlıklara muvazzaf subaylar, belediyelere başkanlar atayabilecek; ilçe ve bucakların merkezlerini değiştirebilecek; gerekli gördüklerini il dışına çıkartabilecekti. Asıl önemlisi hukuk alanındaki düzenlemelerdi. Bu kanunla Tunceli'de yapılacak yargılamalara da özel yöntemler getiriliyordu.

Gazeteci Naşit Uluğ, "Tunceli Medeniyete Açılıyor" adlı kitabında, yapılanları "mazinin kötülüklerini tasfiye" olarak yorumluyor ve şöyle diyordu:

"Doğu illerimizdeki kötülüklerin başında memleketin emniyet ve asayişini tehdit eden hıyanet ve şekavet ocakları vardı. Halkı esir gibi kullanan derebeylik ve toprak ağalığının yanında, bunların daha korkuncu olarak aşiret sistemi geliyordu. Bu sistem, Kemalist rejim muvacehesinde fiili bir isyan ve itaatsizlikten farklı görünmüyordu."

"Meğer askeri yolmuş..."
70 yaşındaki Şükrü Baykara Nokta'ya anlatıyordu: "1937'de önce yol yapıldı. Öğrendik ki meğer askeri yol yapılıyormuş. O zaman ben 19-20 yaşındaydım... Olaylar öyle hızlı oldu ki, iki-üç gün içinde sildi süpürdüler."

Önce yol gelmişti Dersim'e, ardından da uçaktan atılan bildiriler. 4 Mayıs 1937 tarihini taşıyordu bildiriler ve Genelkurmay yayınına göre "Türkçe, Osmanlıca harflerle, mahalli lisanda" yazılmıştı: "Sizi ayaklandırmaya çalışan zavallıları Cumhuriyet hükümetine teslim ediniz veyahut onlar kendileri teslim olmalılar. Bu takdirde cümleniz masum kalacaksınız. Teslim edilenler veya kendiliğinden teslim olanlar dahi Cumhuriyetin adil muamelesinden başka hiçbir şey görmeyeceklerdir. Aksi takdirde, yani dediklerimizi yapmazsanız, her tarafınızı sarmış bulunuyoruz. Cumhuriyetin kahredici orduları tarafından mahvedileceksiniz."

Bildirilerle aynı tarihi taşıyan Bakanlar Kurulu'nun gizli bir kararında da şöyle deniyordu:

"Sadece taarruz hareketiyle ilerlemekle iktifa ettikçe isyan ocakları daimi olarak yerinde bırakılmış olur. Bunun içindir ki, silah kullanmış olanları ve kullananları yerinde ve sonuna kadar zarar veremeyecek hale getirmek, köyleri kamilen tahrip etmek ve aileleri uzaklaştırmak lüzumlu görülmüştür."

Dersim'de adım adım tarih yaratılıyordu. Tarihi yaşayanlardan biri Mehmet Kangutan'dı. 1937'de 11 yaşındaydı Kangutan ve o günleri Nokta'ya bugün şöyle anlatacaktı:

"Abdullah (Alpdoğan) Paşa buraya geldiği zaman hem adli hem idari bütün yetkilere sahipti. İstese adam öldürebilirdi... Bütün aşiret reislerine emir çıkardı. Dedem Karabali aşiretinin reisi olduğu için oha da emir çıkardı: Herkes aşiretin silahlarını göndersin, fes yasak... Dedem belki yüz-yüz elli tüfeği katırlara odun yükler gibi yükledi, gönderdi. Herkes şapka giydi. Tüccarlarda şapka kalmadı. Ve adam yol yapmaya başladı. Atatürk'ün hastalığı zamanındaymış... Abdullah Paşa üç şey istiyordu: Askere gideceksiniz, verginizi vereceksiniz, birbirinizin malına göz koymayacaksınız... Abdullah Paşa'nın bu icraatına rağmen tek tük hadiseler oluyordu. Tabii bunlar büyük bir katliamı icap ettirmiyordu."

Silah meselesi Genelkurmay belgelerinde de yer alıyordu. Dersim havalisini teftişle görevlendirilen Diyarbakır Valisi Cemal Bey'in İçişleri Bakanlığı'na sunduğu şu raporla: "Üç-beş şahıs müstesna, ağalar ve reisler ve dahil bütün Dersimliler son derece fakirlik ve zaruret içinde çırpınmaktadırlar. Soygunculuk hareketlerinin sebebi, yaşamak hissi ve endişesidir... Her Dersimli, hayatını, malını korumak kaygusu ile silahlı bulunmak zorunluluğunda kalmıştır..."

Gerek Cemal Bey'in raporu gerekse öteki istihbarat ve değerlendirme, hükümeti bir sonuca götürüyordu: "Dersim'in ıslahatı zaruridir."

Genelkurmay yayınında şu satırlara yer veriliyordu: "Tunceli Kanunlarının uygulanmasında ilkin, Dersim'e hâkim olmak esası dikkate alındığı için Kahmut, Sin, Karaoğlan, Amutka, Danzik, Haydaran gibi bucak merkezlerinde birer karakol tesisi ve binalarının inşaasına başlanmıştı.

"Bu iş; çok uzun zamandan beri hükümet memuru ve nüfuzu görmeyen aşiret reisi ve ağalarının hoşuna gitmemiş ve özellikle Kalan'da yeni bir ilçe teşkili bunların kuşkularını büsbütün artırmıştı. Bu arada Suriye'den Tunceli bölgesine giren bazı Ermenilerin Koçkirili Ali Şir'in etrafta yaptığı menfi propagandanın halk üzerindeki etkisi de büyüktü. Bu durum dolayısıyla Yukarı Abbas uşağı aşireti reisi Seyit Rıza; Haydaran, Demenan, Yusufan, Kureyşan aşiretlerine adamlar göndermek suretiyle bunların hükümet aleyhine ittifakını sağlamış oldu."

Bu ittifakın gözle görünür ilk sonucu köprünün yakılması olarak gelmişti. Bunun üzerine, bölgeye ilginin artırılmasına karar verilmişti: "Son olay ve alınan haberler gösteriyordu ki, hükümetin Tunceli içerisine adım adım girişi, çıkarları bozulan bazı kimseleri sıkmakta, çıkarılan Orman Kanunu, dağ köylerinde keçilerinin aç kalacağı korkusunu doğurmakta ve bunlara benzer birtakım zararlı propagandalarla halk kışkırtılmakta idi. Bu durum dolayısıyla önümüzdeki ilkbaharda gerek Tunceli içinde ve gerekse çevresindeki illerde sarkıntılık ve çapulculuk hareketlerinin artacağı ihtimali karşısında Tunceli içinde ve çevresinde kuvvetli bulunmak lazımdı."

Kanlı bahar
1937 yılında ilkbahar Dersim'e böyle koptu kopacak bir fırtınayla birlikte gelmişti. Dağ taş silah aranıyor, silah toplanıyordu. Karakolların sayısı artmıştı. Ve...

Genelkurmay yayınının 382. sayfasında anlatılıyordu: "Hemen hemen her gün eşkıyanın şu veya bu karakola baskın yapacağı haberleri alınıyordu. Birkaç kez Elazığ'da bulunan uçak bölüğünce; eşkıyanın toplandığı yerler, özellikle bu ayaklanmayı görünürde perde arkasından yönettiği bilinen Seyit Rıza'nın evi ve civarı havadan bombalandı.

Her gün biraz daha şiddetini artıran kaynaşmaya rağmen henüz ciddi bir hareket olmamıştı.

Nihayet bir gün (26 Nisan 1937) Sin bucağının Hozat'la irtibatının dağ yolu ile yapılmasını sağlamak maksadı ile açılan ve mevcudu 36 sabit jandarmadan ibaret olan Askisor karakolu saat 20.00'den itibaren 100 kadar eşkıya tarafından kuşatıldı. Alınan diğer haberlerden de anlaşıldığına göre; bu gece eşkıyanın gruplar halinde Sin ve Kahmut bölgelerine baskın yapmaları bekleniyordu.

Bir gün önce Uzuntarla bölgesinde toplandığı haber alınan eşkıya 26/27 Nisan gecesi saat 23.00'te 80 kişilik bir kuvvetle Harçik suyunun doğusunda ve Pah kuzeyinde bulunan 9'uncu Seyyar Jandarma Taburu Süvari Bölüğü'ne taarruza başladı ve sabaha kadar eşkıya ile bölük arasında çok yakın mesafede ve çok şiddetli müsademe devam etti. Bölük bu saldırıyı ancak iki mangası ile karşılayabilmişti."

Hükümet kararlıydı. İsyan bastırılacak, Dersim "tedip", yani terbiye edilecekti. İlk kadın pilot Sabiha Gökçen'in uçağından atılan bu ilk bombalar kararlılığın göstergesiydi. Ama fırtına da kopmuştu. Artık tedip de yetmiyordu. Onun yerini, sözlüklerin "Düşman ya da zararlı kimseleri topluca ortadan kaldırma" diye tanımladığı "tenkil" almıştı. Bakanlar Kurulu kararlarında "tenkil"den söz ediliyor, Genelkurmay'ın arşivine tenkil raporları yağıyordu: "Bu hava taarruzunda özellikle Sabiha Gökçen Hanım'ın attığı 50 kiloluk bir bomba Keçizeken köyünden kuzeye doğru kaçan asi grubuna olduk­ça ağır bir zayiat verdirdiği yapılan gözetlemeden anlaşılıyordu."

Mehmet Kangutan da belleğindeki arşive yazmıştı tanık olduklarını: "Bir ara dediler ki yukardan kırıp geliyorlar. Tabii anamız gözü açık biri. Beni, ağabeyimi çıkarttı köyden... Gelmişler köye, toplamışlar tarlalarda. Biz tepenin arkasındaydık. Ordan mitralyöz seslerini duyuyorduk. Bizim köy ateşlendiği zaman, konağımız büyüktü, o konağı yaktıkları zaman ağlama tuttu beni. Biz karşıdan görüyorduk. İnsanlar da öldürüldükten sonra köyde insan hemen hemen kalmadı, ama biraz kaçan vardı."

Aynı sıralarda, yani 1937 Haziran sonlarında manzarayı Genelkurmay şöyle yorumluyordu: "Devam eden tarama faaliyetinde birçok asi köyleri yakılıyor, sıkıştırılan eşkıya grupları ile yapılan müsademelerde oldukça ağır zayiat verdiriliyor ve çok sayıda büyük baş hayvan, koyun ve keçileri toplanarak mahalli kaymakamlıklara teslim ediliyordu."

Genelkurmay'a gönderilen raporlarda benzeri cümlelere gittikçe daha sık rastlanır olmuştu. Bu raporlarda Seyit Rıza'nın adı da çok sık geçiyordu. "Temmuz 1937 sonlarında Tunceli'nin 1937 itaatsizliğine katılmış olan bütün aşiretlerin bölgelerinde, inilmemiş dere, çıkılmamış dağ ve taranmamış hiçbir yer kalmamıştı. Sarf edilen bütün gayretlere rağmen Seyit Rıza ve avenesi henüz ele geçirilememişti."

"Generalissimo"
Aynı günlerde Seyit Rıza, İngiliz Dışişleri Bakanlığı'na bir mektup yazıyordu. Seyit Rıza, "Dersim Generali" diye imza attığı ve elli yıl sonra ilk kez Nokta ile gün ışığına çıkan bu mektupta, İngiliz hükümetinden yardım istiyordu. Ne var ki, umduğunu bulamayacaktı. İngiliz Dışişleri Bakanlığınca İstanbul'daki İngiliz Konsolosluğu'na gönderilen bir yazıda şöyle deniyordu: "Eğer Türk hükümetine, mektubun tarafımızdan dikkate alınmadığı gayri resmi olarak bildirilirse iyi olur."

Bu ilginç yazının tarihi de ilginçti. İngiliz Dışişleri Bakanlığı'nın yazısı 5 Ekim 1937 tarihini taşıyordu.

Oysa Seyit Rıza bu yazıdan yaklaşık bir ay önce, 10 Eylül günü tutuklanmıştı. Anlaşılan bu kez İngiliz politikası, "bekle ve dengenin kimden yana döneceğini gör" biçiminde gelişmişti.

İngilizlerin gözlediği denge, Seyit Rıza'nın aleyhine bozulmuştu. Abasan aşiretinin başı Seyit Rıza, tutuklanmıştı. Kimi kaynaklara göre bu tutuklanma, "teslim olma" sonucunda gerçekleşmişti. Kimi kaynaklara göre ise, Seyit Rıza hükümetin "barış görüşmesi" çağrısına uyarak Erzincan'a gitmiş ve ele geçmişti.

Seyit Rıza'nın öyküsü yargılanıp 18 Kasım 1937 tarihinde sona eriyordu. Seyit Rıza, küçük oğlu Reşik Hüseyin, yeğeni Yusufhan aşireti reisi Kamber, Kureyşan aşireti reisi Seyit Hüseyin'in de aralarında bulunduğu on kişiyle birlikte asılmıştı. Bu, aynı zamanda 1937 harekâtının sonuydu. Başbakan İsmet İnönü, idamlar dolayısıyla yaptığı açıklamada, "Dersim meselesini ortadan kaldırdık, son verdik. Dersim müşkilesinden kurtulduk. Dersim'i her türlü askeri hareketlerle temizledik" diyordu.

Ancak, "mesele" ortadan kalkmamıştı. 1938'e yine huzursuzluklarla girilmişti. Gazeteci Naşit Uluğ, şöyle anlatıyordu: "Azgınlık bu sefer Kalan mıntıkasında başladı. Kalanlılara bundan önce uslu oturduklarından dokunulmamıştı. Henüz imar ve temdin çalışmaları kendi bölgelerine erişmemiş olan Kalanlılar, ağaların ve Seyit'lerin tahrikine uyarak Diztaş karakoluna tecavüz ettiler. Kış gelmişti, dağlar karla örtülmüştü, yollar henüz bitirilmemişti, harekâta yazın devam edilmek üzere kış geçirildi. Havalar açılınca asker Kalan mıntıkasına girdi."

Bir başka "bahar"
Dersim'de yine hazırlık vardı. Yine bahar bekleniyordu. Ama bu kez hazırlıklar daha sistemli, tedbirler daha yoğundu. Başbakan da artık Celal Bayar'dı. Gerek 1937, gerekse 1938 harekâtını "yakinen" izleyen gazeteci Naşit Uluğ şunları aktarıyordu kitabında:

"Kamutay 1938 yaz tatiline girerken o zamanki Başbakan Celal Bayar, iç meseleler arasında Dersim'e de temas ederek, 'Bu yıl Dersim denilen işi kat'i surette tasfiye etmek için devletin bir tedbiri daha olduğunu ve ordumuzun Dersim havalisinde vazife alacağını ve umumi bir tarama hareketiyle bu meseleyi kökünden söküp atacağını söylemişti."

1938 harekâtı için her şey hazırdı. Öyle ki, harekâtın artık basılı bir "kılavuz kitabı" bile vardı. 1938 yılında Elazığ Turan Matbaası'nda Tunceli Vali ve Kumandanlığı tarafından bastırılan kitapçığın adı şöyleydi: "Tunceli bölgesinde yapılan eşkıya takibi hareketleri, köy arama ve silah toplama işleri hakkında kılavuz."

Dam nasıl yakılır?
Kılavuz, bir tenkil hareketi için gerekli tüm bilgileri içeriyordu. Örneğin, "köyde eşkıya araması" bölümünün 6. maddesinde "Silah atan köy yakılmalıdır" denilirken, 7. maddesinde bu işin nasıl yapılacağı anlatılıyordu: "Damlar taş ve topraktan ibaret olup yalnız tavan ve direkleri ve ağaç dalları vardır. Bunları yakmak güçtür. Ancak dam üstünden bir kısım toprak atılarak ağaçlar meydana çıkarılır. Toplanacak odun ve çalılar burada yakılmak suretiyle bina ateşe verilir. Oda kapısından içeriye odun yığarak ateşleme sureti ile genişletilir."

Kılavuzun "silah toplama" bölümünde de şu "bilgiler"e yer veriliyordu: "Silah teslime mecbur etmek için kadın ve çocukların toplanarak hükümete teslim edileceğini söylemek çok kere iyi netice verir. Bu gibilerin damlarını yakmak faydalıdır."

O günleri yaşayanlardan Şükrü Baykara'nın "kıran kırana" diye tanımladığı bir çatışma başlamıştı artık Tunceli'de. Genelkurmay yayınında, bu çatışmalardan 21 Temmuz 1938 günü Laç deresi civarında cereyan edeni şöyle anlatılıyordu:

"Haydutların sığındığı, ağızları mazgallı taş duvarlarla kapatılmış mağaralar, cesur askerlerimiz tarafından kuşatılmış, top ve makineli tüfek ateşinden başka 25'inci Alay'dan gönderilen istihkâm müfrezesi tarafından tahrip kalıpları atılmak suretiyle mağaralar tahrip edilerek içindekiler öldürülmüş, can havli ile dışarıya fırlayanlar da ateşle imha edilmişti. Böylece tarama sahası içindeki mağaralarda toplam olarak 216 haydut imha edilmiş, ayrıca 12 haydut cesedi Munzur suyu üzerinde görülmüştü."

Genelkurmay yayınının bundan sonrasında tarihler, mevki isimleri ve ölü sayıları birbirini izliyordu: "Haydutlardan 20 kadar ceset... Tayyare filosunun bombalı taarruzunda haydutlardan 40'tan fazla zayiat... Kaçmak isteyen 49 kişinin imhası... Dört köyden 395 haydudun ölü olarak ele geçirilmesi..."

Ve bir örnek: "Mameki Dağ Tugayı bölgesinde bir kuvvetimiz Çat Köyü'ne ateş baskını yaptı. Bu baskına haydutlar şiddetle karşı koydularsa da Çat Köyü'ndeki kalabalık, perişan bir halde bağrışma ve feryatlar içinde kaçıştılar. Bu müsademede haydutlar 15'i silahsız olmak üzere 70 kadardı. Müsademe sırasında 20 kadarı imha edildi."

Doğal olarak raporlara, belgelere yalnızca rakamlar ve kuru bilgiler yansıyordu. 80 yaşındaki Menez Akkaya ise, Nokta'ya anlattıklarıyla canlı bir tablo çiziyordu:

"Ben o zaman genç kızdım. Bizim köye askerler birkaç kez geldi gittiler. Bir şey yapmadılar bize. Türkçe bilmediğimiz için ne dediklerini anlamıyorduk. Daha sonra bir gün yine geldiler. Bütün köy halkını topladılar. 200-300 kişi vardı. Kadın, çoluk çocuk hepsi oradaydı. Hepimizi Değirmentaş'ın oraya götürdüler. Bize, silahlarımızı toplayıp serbest bırakacağız diyorlardı. Ama bizi çay kıyısına götürüp öldürdüler. Kocamı da öldürdüler. Biz üç kişi kurtulduk. Ben ağaca yapıştım, öyle kurtuldum. Günlerce aç susuz ölülerin yanında kaldık. Öyle olmuştu ki, korku diye bir şey kalmamıştı

1938 fırtınası Eylül sonunda diniyordu. Ardında binlerce ölü bırakarak. Genelkurmay yayınına bakılırsa, ölü sayısı 4 binden az değildi. Gerçi bu, Kurtuluş Savaşı boyunca 9 bin kişinin şehit olduğu düşünülünce oldukça büyük bir rakamdı, ama yine de "kesine yakın" olduğu söylenemezdi. Çünkü ölü sayıları genellikle yuvarlak hesaplarla veriliyor ve örneğin "tarama bölgesi içinden ölü ve diri 7954 kişi çıkarılmıştır" gibi, ölü sayısının bilinemeyeceği ifadeler kullanılıyordu.

Aralarında, özel olarak gönderilen Muhafız Alayı'nın bulunduğu yaklaşık 50-60 bin kişilik askeri kuvvet artık çekilmeye başlamıştı, Tunceli'den.

İsyan bitmiş, ölen ölmüştü. Kalan sağlar ise... Onlar için Bakanlar Kurulu, "Tunceli halkından ve yasak bölgelerin içinden ve dışından 5-7 bin kişinin Batı illerine nakil ve iskânı" kararını almıştı.

Ve İngiltere'nin Trabzon Konsolosu, Dersim olaylarıyla ilgili olarak Ankara'daki Büyükelçiliği'ne gönderdiği son raporunu şu değerlendirmeyle sonuçlandırıyordu: "Artık söylenen şu: Türkiye'de Kürt sorunu bitmiştir."


* Nokta Dergisinin 28 Haziran 1987 tarihli yıl 5, sayı 25'te "Dersim 1937-1938/ Yarım Yüzyıl Sonra" başlıklı dosyası Ayşenur Arslan, Hıdır Göktaş, Nadire Mater, Mahmut Övür ve Seral Özzeybek imzalarını taşıyor.

Thursday, November 12, 2009

Marie Ndiaye for Prix Concourt and Scandalous French


Marie NDiaye has become the first black woman to win France's leading literary prize, the Goncourt.

The 42-year-old was honoured for her novel Trois Femmes Puissantes (Three Powerful Women), a saga set in both Africa and Europe.

Frenchwoman NDiaye, whose father is Senegalese and mother French, said: "This prize is an unexpected reward for 25 years of persistence."

She becomes the first woman in a decade to be awarded the Goncourt.

Nominal prize fund

"I am very happy to be a woman receiving the Goncourt," said NDiaye at the awards ceremony, which by tradition took place in a Parisian restaurant.

"The book's success was already a miracle of sorts," she added, referring to her novel attaining best seller status in France when it was published earlier this year.

NDiaye, who published her first novel at the age of 17, has also gained a reputation as a screenwriter and playwright.

She moved to Berlin in 2007 after President Nicholas Sarkozy won the election, saying she finds France under his rule "monstrous" and "vulgar".

The Goncourt Prize, which was first handed out in 1903, awards the best new novel in French literature.


So says BBC. And here is the scandal. Because NDiaye accused France under Sarkozy as monstrous, now Eric Raoult, a politician of right wing affliated with Union for a Popular Movement, started a polemique claiming Ndiaye doesn't have the right to receive Prix Concourt and asking Ministry of Culture to take the prize back.

For French readers check the latest interview with Marie NDiaye at lesinrocks.com



ilk goz agrilarim ikisi birden yolcuymus, daha cok oturdu icime

seyran mangi'den aglama yar'a


















cagan irmak'in populist tonundan pek hazzetmedigim icin cemberimde gul oya'ya takilmadim.
bu kalp seni unutur mu? benim seksenlere dair izledigim ilk dizi o yuzden.
diyarbakir cezaevi'nin anlatildigi son iki bolumun etkisindeyim.
hani bilmiyorsam duzeltin
diyarbakir cezaevinde olan bitenin prime-time'da -hafifletilerek de olsa- gosterilmesi
kurtce konusmalarin turkce altyaziyla verilmesi
hele son bolumun cezaevinde olenlere adanarak bitirilmesi
populer kulturde seksenler sozlugunu, hissiyatini baya degistirecek seyler
bunu da gorduk misali

dizinin kapanisinda seyran mangi aglama yar'a donusurken
10 kasim dolayisiyla ekran kosesindeki bayrak-ataturk imaji
bir yandan ekranda akan olenler listesi

baska soylenecek bir sey yok.

Monday, November 9, 2009

hugo boss odulu 2009











established sanatci odulunun en bi alasi bu hugo boss prize. alanlarin yeni uretimlerine cogunlukla yaramiyor. ornek olarak; gecen sene odulu kazanan emily jacir'in venedik'teki filistin pavyonu icin onerdigi ama gerceklestiremedigi projesi, vaporetto istasyonlarinin adlarini arapca olarak degistirmek, hayalkirikligiydi dogrusu. bu yilki finalist listesi cok saglammis, seviyoruz hepimiz ayarinda, politik dogruculukta da sinir tanimiyor. koymadan edemedim. gorseller bizden, tahminler sizden.

Sunday, November 8, 2009

Levi-Strauss by J. M. G. Le CLÉZIO

The Savage Detective:

CLAUDE LÉVI-STRAUSS, anthropologist, writer and adventurer, died just over a week ago at age 100. He died discreetly, which was as he had lived, though he was the most eminent and probably the last French philosopher. His ideas had as much influence on his contemporaries as the work of Jean-Paul Sartre and Albert Camus.

His edifice, structuralism — the theory of a structural unity in all cultures — was built on the work of the linguist Ferdinand de Saussure and on the sociology of Marcel Mauss. But Mr. Lévi-Strauss’s great achievement was that he managed to reshape the simple art of gathering information about so-called primitives. In his book “La Pensée Sauvage,” published in 1962, he showed these “primitive” people as the equals of those in the most elevated cultures of the civilized world. (In English, this title is translated as “The Savage Mind,” though the title in French may also suggest the flower called “wild forget-me-not.”)

What always struck me most about Mr. Lévi-Strauss’s thought was his ability to dodge the traps of modern ethnology, sometimes so much like old colonialism. There is an enormous difference between Mr. Lévi-Strauss and his most notable predecessors, E. E. Evans-Pritchard or Bronislaw Malinowski: his humanity and his melancholy kindness, which made him reluctant to go into the field for fear of intruding on the people he studied or finding himself disappointed by what had been lost to the evolution of modern times.

Still, Claude Lévi-Strauss overcame his reluctance and went, opening our minds to the extraordinary complexity of the Bororo’s and Nambikwara’s way of life. He expressed in his books the beauty and intelligibility of myths. And he kept in his heart the warmth and the modesty of the young man he once was, a man who was struck by a pessimistic sympathy for dying civilizations, dying people.

Mr. Lévi-Strauss was — and would have liked to be remembered as — a simple witness to the course of modern time. He was never sure that what he had put to light would even survive the present, an inevitable and bitterly lucid truth elucidated in “Tristes Tropiques,” one of his most famous books: “The world began without the human race and will certainly end without it.”

Saturday, November 7, 2009

our dear lisi at dia- warning warum

buruk




















"Karar elbette sevindik ama geç kalınmasa daha mutlu olabilirdik. Ne yazık ki çok geç kalındı. Onun için üzüntülüyüz. Bu 109 günlük bürokrasi onu ölüme götürdü. Bugün öğlen saatinde kendisi ile görüştüm. Bugün af beklediğimizi söyledim. Kendisi bu konuda duyarlılık gösterdiği için teşekkür etti. Karara sevinemediğini söyledi.”

Friday, November 6, 2009

bir donemin sarkisi bitiyor: roll'un sonsuzdan bir onceki sayisi

roll birlikte buyudugum dergilerden biriydi; olmazsa olmazlarimdan.
muzik kafami acan.
maddi olarak zorlandiklarini duymustum ama derginin kapanacagina ihtimal vermezdim.
buradan bize veda mektubunu yollamak duser:


TENK YU ŞEYTAN
Müsaadenizle bir veda sigarası yakalım, bir veda “kalem”i yuvarlayalım. Diyarbakır meyhanelerinde “kalem” deniyor “yolluk”a...
İlk yudum Turgut Uyar’ın ruhuna:
“Efendimiz acemilik. Bir taş alacaksınız, yontmaya başlayacaksınız. Şekillenmeye yüz tutmuşken atacaksınız elinizden. Bir başka taş, bir başka daha. Sonunda bir yığın yarım yamalak biçimler bırakacaksınız. Belki başkaları sever tamamlar. Ama her taşa sarılırken gücünüz, aşkınız, korkunuz yenidir, tazedir. Başaramamak endişenizin zevkiyle çalışacaksınız.”
İkincisi de Uyar’a:
“Nedir sonsuzdan bir önceki sayının adı diyelim sonsuz eksi bir hayatın adıdır bu.”
Üçüncüsü Latin aşkına:
“Sonuncu yoktur, sondan bir önceki vardır!”
Dördüncüsü, 144. Roll’a, sonsuzdan bir önceki sayıya. Veda sayısına. 13 yıl önce bu mevsimde şeytana uyduk. Uyunca da, baktık olmazsa olmayacak, zaten olmuş olmayacak olan, “olan oldu bir defa, bari hepimize yarasın” deyip yola çıktık. 13 yıl önceki kasım ayının ilk günlerinden bu yana 144 defa buluştuk –altı da “özel”i, toplam 150.
Yaradı valla. Hepimize yaradı.
Ya şeytana uymasaydık?
George Harrison, “Beatles olmasaydı dünya sıkıntıdan patlardı” demiş. Doğru. fiu da doğru: Roll olmasaydı sen-ben-o sıkıntıdan patlardık.
Vedalaşırken gözlerinden öpelim Léo Ferré’yi: Tenk yu şeytan! Bize Roll’u verdiğin için.