Sunday, August 8, 2010

tasi topragi altin

EKUMENOPOLIS

Sinopsis:

1980’lerde dünya ekonomisinde yaşanan neoliberal değişim ve buna paralel olarak hız kazanan küreselleşme süreci, bütün dünya kentlerinde köklü bir değişimi beraberinde getirdi. Finans merkezli bu yeni ekonomik yapılanmanın kentsel alanları bir sermaye üretim aracı olarak görmesi sonucu gelişmekte olan ülkelerin kentleri bu süreçten derinlemesine etkilenmekte. Köklü bir planlama geleneğinin zaten olmadığı İstanbul’da, neoliberalizmin insan yerine kentsel rantı ön plana çıkartan yaklaşımı maalesef yöneticilerimiz tarafından şuursuzca uygulandı, herkes bu yağmada kendine bir pay kapma peşine düştü ve sonuçta ortaya insan yaşamını tehdit eden sorunlar yumağıyla debelenen 15 milyonluk bir megakondu çıktı.
Özellikle son 10 yılda, Dünya Bankası’nın raporlarında öngördüğü gibi İstanbul’un kimliği sanayi kentinden finans ve hizmet kentine dönüşüyor ve İstanbul diğer dünya kentleri ile bir yarışa soyunuyor. Bu yarış yabancı sermayeyi çekme yarışı. “Yatırım için en karlı kent burası” diye pazarlanıyor İstanbul. Bu “çekicilik” bir yandan sermayenin önünü açmayı, kentsel mekanların inşaasında kamusal yararı gözeten hukuksal denetimleri ortadan kaldırmayı hedeflerken, aynı zamanda buna paralel olarak kentin kullanıcılarında da bir değişimi öngörmekte. Kentin inşaasında ve bir sanayi merkezi olmasında alın teri olan emekçi kesimin, tüketici odaklı yeni finans ve hizmet kentinde yerleri yok. Peki nedir bu insanlar için öngörülen?
İşte “kentsel dönüşüm” denen olgu da tam burada devreye giriyor. Yeni kanunlarla eskiden tasavvur bile edilemeyecek yetkilerle donatılan TOKİ ve belediyeler, özel yatırımcılarla işbirliği içinde kentsel toprağı bu yeni “vizyona” doğru dönüştürmeye çabalıyorlar. Arkalarında ellerini kavuşturan uluslararası sermaye, ellerinde paftalar, kafalarında metrekareler, kat emsalleri, mahalleleri yıkıyorlar, gökdelenler dikiyorlar, otoyollar yapıyorlar, alışveriş merkezleri açıyorlar. Peki kime hizmet ediyor bu yeni mekanlar?
İstanbul’da gelir dağılımındaki uçurum gitgide mekana da yansıyor, mekansal ayrışmadan besleniyor. Bir tarafta varsıllar kendilerini güvenlikli sitelere, rezidanslara, plazalara kapatırken, diğer yandan kentin çeperlerinde insan deposu olarak tasarlanmış TOKİ konutlarında yeni yoksulluk döngüleri insanları çaresizliğe umutsuzluğa sürüklüyor. Peki gelecek kuşaklara bırakılan bu toplumsal mirasın sorumlusu kim?
Her yapılan otoyolun giderek kendi trafiğini yarattığı bilimsel gerçeğini görmezden gelerek yapılan tünellere, kavşaklara, viyadüklere milyarlarca lira çarçur edilirken, İstanbul 2010’da hala tek hatlı, topu topu 8 duraklı bir metro “ağı” ile yetinmek zorunda kalıyor. Toplu ulaşıma ve raylı ve alternatif ulaşım sistemlerine yeteri kadar kaynak ayrılmadığından, insanlar saatlerce trafikte eziyet çekiyor, milyarlarca liralık “zaman” egzoz dumanında uçup gidiyor. Peki yöneticilerimiz çözüm için ne yapıyorlar? Evet bildiniz: daha çok yol!
15 milyonluk bu kentte her şey o kadar hızlı değişiyor ki, plan yapmak için kentin bir fotoğrafını çekmek dahi mümkün olmuyor. Planlar daha yapılırken eskiyor. Tam bir kronik plansızlık hali. Bütün bunlar olurken nüfus artmaya devam ediyor, ve kent gelişigüzel bir şekilde yayılıp batıda Tekirdağ’a doğuda Kocaeli’ne dayanıyor. Peki İstanbul’un gerçekten bir planı var mı?
1980’de ilk metropolitan ölçekli İstanbul planı yapıldı. Plan raporunda kentin coğrafyasının en fazla 5 milyon nüfusu kaldırabileceği yazıyor. O zaman nüfus 3.5 milyon. Bugün İstanbul’un nüfusu 15 milyon. 15 sene sonra 23 milyon olacak. Yani coğrafyasının kaldırabileceğinin neredeyse 5 katı. İstanbul bugün Bolu’dan su çekiyor, öteki taraftan bütün Trakya’nın suyunu çekiyor. Kuzey ormanları gözle görünür bir şekilde tahrip olurken, 3. köprü projesi İstanbul’un kalan orman ve su havzalarını tehdit ediyor. İki yakayı birleştiren köprüler, yarattıkları rant alanları ile kentlileri birbirinden koparıyor. Peki ya İstanbullular olarak biz bu yağmaya karşı ne yapıyoruz? Kentler toplumun aynası ise, İstanbul’a bakarak kendi toplumumuz için ne diyebiliriz? Gelecek nesillere nasıl bir İstanbul bırakacağız?
Ekolojik eşikler aşılmış. Ekonomik eşikler aşılmış. Nüfus eşikleri aşılmış. Sosyal ahenk bozulmuş. İşte neoliberal kentleşmenin fotoğrafı: Ekümenopolis.
Ekümenopolis İstanbul’a bütüncül bir yaklaşımı amaçlıyor, değişim kadar, değişimin altındaki dinamikleri de sorguluyor. Bizi yıkılmış gecekondu mahallelerinden gökdelenlerin tepelerine, Marmaray’ın derinliklerinden 3. köprünün güzergahına, gayrimenkul yatırımcılarından kentsel muhalefete, bu uçsuz bucaksız kentte uzun bir yolculuğa çıkartıyor. Uzmanlar, akademisyenler, yazarlar, mahalleliler, yatırımcılar, kentliler ile konuşacak, kente makro ölçekte bir bakışı grafiklerle izleyeceksiniz. Belki de yaşadığınız İstanbul’u yeniden keşfedeceksiniz ve umarız ki değişime seyirci kalmayacak, onu sorgulayacaksınız. Sonuçta demokrasi bunu gerektirir.

-----------------------------------------------------------------------------------------------

Synopsis:

The neoliberal transformation that swept through the world economy during the 1980’s, and along with it the globalization process that picked up speed, brought with it a deep transformation in cities all over the world. For this new finance-centered economic structure, urban land became a tool for capital accumulation, which had deep effects on major cities of developing countries. In Istanbul, which already lacked a tradition of principled planning, the administrators of the city blindly adopted the neoliberal approach that put financial gain ahead of people’s needs; everyone fought to get a piece of the loot; and the result is a megashantytown of 15 million struggling with mesh of life-threatening problems.
Especially in the past 10 years, as the World Bank foresaw in its reports, Istanbul has been changing from an industrial city to a finance and service-centered city, competing with other world cities for investment. Making Istanbul attractive for investors requires not only the abolishment of legal controls that look out for the public good, but also a parallel transformation of the users of the city. This means that the working class who actually built the city as an industrial center no longer have a place in the new consumption-centered finance and service city. So what is planned for these people?
This is where the “urban renewal” projects come into play. Armed with new powers never before imagined, TOKI (State Housing Administration), together with the municipalities and private investors, are trying to reshape the urban landscape in this new vision. With international capital behind them, land plans in their hands, square meters and building coefficients in their minds, they are demolishing neighborhoods, and instead building skyscrapers, highways and shopping malls. But who do these new spaces serve?
The huge gap between the rich and the poor in Istanbul is reflected more and more in the urban landscape, and at the same time feeds on the spatial segregation. While the rich isolate themselves in gated communities, residences and plazas; new poverty cycles born in social housing communities on the prifery of the city designed as human depots continue to push millions to desperation and hopelessness. So who is responsible for this social legacy that we are leaving for future generations?
While billions of dollars are wasted on new road tunnels, junctions, and viaducts with a complete disregard for the scientific fact that all new roads eventually create their own traffic, Istanbul in 2010 has to contend with a single-line eight-station metro “system”. Due to insufficient budget allocations for mass public transportation, rail and other alternative transport systems, millions of people are tormented in traffic, and billions of dollars worth of time go out the exhaust pipe. What do our administrators do? You guessed right: more roads!
Everything changes so fast in this city of 15 million that it is impossible to even take a snap-shot for planning. Plans are outdated even as they are being made. A chronic case of planlessness. Meanwhile, the population keeps increasing and the city expands uncontrollably pushing up against Tekirdağ in the east and Kocaeli in the west. But does Istanbul really have a plan?
In 1980 the first plan for Istanbul on a metropolitan scale was produced. In that plan report, it is noted that the topography and the geographic nature of the city would only support a maximum population of 5 million. At the time, Istanbul had 3.5 million people living in it. Now we are 15 million, and in 15 years we will be 23 million. Almost 5 times the sustainable size. Today we bring water to Istanbul from as far away as Bolu, and suck-up the entire water in Thrace, destroying the natural environment there. The northern forest areas disappear at a rapid pace, and the project for a 3rd bridge over the Bosphorous is threatening the remaining forests and water reservoirs giving life to Istanbul. The bridges that connect the two continents are segregating our society through the urban land speculation that they trigger. So what are we, the people of Istanbul, doing against this pillage? If cities are a reflection of the society, what can we say about ourselves by looking at Istanbul? What kind of city are we leaving behind for future generations?
Ecological limits have been surpassed. Economic limits have been surpassed. Population limits have been surpassed. Social cohesion has been lost. Here is the picture of neoliberal urbanism: Ecumenopolis.
Ecumenopolis aims for a holistic approach to Istanbul, questioning not only the transformation, but the dynamics behind it as well. From demolished shantytowns to the tops of skyscrapers, from the depths of Marmaray to the alternative routes of the 3rd bridge, from real estate investors to urban opposition, the film will take us on a long journey in this city without limits. We will speak with experts, academics, writers, investors, city-dwellers, and community leaders; and we will take a look at the city on a macro level through animated maps and graphics. Perhaps you will rediscover the city that you live in and we hope that you will not sit back and watch this transformation but question it. In the end this is what democracy requires of us.

No comments: