Friday, September 5, 2008

kaos gl eylül

Bu Akşam da “Eller Havaya” Yapalım mı?

Tam bir hallaç pamuğuyuz bu yaz yine; parti kapatma davaları, dernek kapatma davaları, tamamına erir mi ermez mi bilemediğimiz “kimin eli kimin cebinde” soruşturmaları. Hem bi Çakkıdı’mız Romeo’muz da yok dertleri bir nebze unutturacak. Bugün gazetenin baş sayfasında Hrant Dink’e tetiği çeken çocuğun İstanbul polisine çektirdiği fotoğraf, sanki Yeşilçam artiz ajansı için çektirilmiş portre fotoğrafı gibi. Bir değil iki değil, alışmış kudurmuştan beterdir, iki hafta geçer yine unutulur. Görevbilir polis teşkilatımız da bu tetiği çekenlerin, çektirenlerin hepsini olmaları gereken yere göndermek yerine, bu fotoğraftan anlam çıkaran basın kuruluşuna dava açacakmış, şikayetçiymiş. Bir devlet ki hep halka rağmen. Duygularını boyamak için Polatlı tepelerine otuz bir metre yüksekliğinde asker “anıt”ı yaptıran, daha yükseği Rio de Janeiro’daki kollarını açmış Kurtarıcı İsa heykeli otuz sekiz metre. Anıtın boyu ima edilen zaferi övmektense dayandığı kusurun büyüklüğünü bastırmaya çalışıyor sanki.

Seksen sonrası çocukları olarak her açıklığa bize geçmişin büyüklüğünü öğreten büstler/ anıtlar konulmasına çok alışkınız. Ama bu seferki bir başka geliyor. Dönüşen Türkiye’nin dengeleriyle baş edememe kendini yine fallüs merkezci bir dil üzerinden ifade etti. Bir kısım fallüs, iktidar, ataerkillik üzerinden giden formülleri ne kadar çözümlüyorsa, bir kısım da bu çözümlemeleri umursamıyor bile, bunu biliyoruz. Sonuç ise hep aynılar aynı yere, ayrılar ayrı yere oluyor.

Aslına bakarsanız, milliyetçilik ve muhazafakarlığın yükselişte olduğu dünya genelinde de aynı hesap söz konusu. Her grubun kültürünün yaşamasına destek veren birtakım çok kültürcü politikalar görünürde farklılıklara değer veriyor. Altını kazıdığımızda ise farklılığı desteklemek adına bireylere kendilerini ancak bir grubun parçası olarak ifade etme şansı veren ve sınırları keskinleştiren başka türlü bir söylem çıkıyor. Son zamanlarda denk geldiğim “Mistaken Identity” makalesinde Kenan Malik, Batı kültür emperyalizminin ihraç ettiği şeyin hep şikayet edildiği gibi New York’ta Bombay’da ya da Roma’da aynı pahalı kahveyi aynı dükkanda içmek değil yerel kültürü yerleştirmek olduğunu söylüyor. Bu kültür korumacı kollamacı tavır bir arada yaşamayı imkansız hale getirirken vaziyetleri “ya sev ya terket” derecesinde şiddetlendiriyor; bize çok tanıdık. Evet, 1989’da duvarları yıktılar; ama bugün gruplar arasında görünmez duvarlar yükseliyor. Bir zamanların ütopyası Yugoslavya’nın acılı ve kanlı ayrılışında da, bugün birinci dünya ülkelerinde yükselen ırkçılığın, Ortadoğu’yu travmatize eden sekteryen politik dincilğin altında da bu çok-kültürcü, kültür korumacı yaklaşım yatıyor.

Kısacası mesele çok ciddi. Birtakım kollektivite değerlerini önemserken bunların bir sonraki aşamada ne hale gelebileceğini de ön görmek gerek. İş artık –içleri boşalmış- aydınların değil, “farkında” olanların omuzlarında; direniş aynı anda pek çok cephede.
Amsterdam Üniversitesi’nde dinleme şansı bulduğum –kendisi minik sözleri büyük-Judith Butler, kendini aydınlanma zihniyeti üzerinde ayakta tutan ve muhafazakarlaşan akademyada aydınlanmanın ardındaki akıl ve eleştiri kavramlarını yeniden okuyarak bugünün eleştirel tavrının oluşturulup oluşturulamayacağını sorgularken “karşı görüş” üretmenin ne kadar kıymetli olduğunun altını çiziyordu. Bunun o gün orada kendisinden ille de “cinsiyet”le ilgili bir şeyler söylemesini bekleyenlere önemli bir yanıt olduğunu düşünüyorum. Neo-liberal muhafazakarlık döneminde farklı söz söyleme hakkı, karşı görüş üretme potansiyeli esaslı bir stratejiyle ellerden alınıyor, farklı oluşlara “politik doğruculuk”la fazla bir kıymet ve önem verilerek. Bu “ahval ve şerait”in Türkiye’deki yansıması bugünlerde kemalist ulusalcı vs neo-liberal islamcı polarizasyonun giderek şiddetlenmesi üzerinden işliyor. Öbür taraftan da eskiden olduğu gibi hala görmezden gelme üzerinden, bugünlerin en sıcak örneği Ahmet Yıldız cinayeti. Birtakım körbakarlar hala ülkenin geçmiş travmalarını, Türkiye’nin büyük bir kısmının direnme biçimi olarak muhafazakarlığı seçtiğini görmezden gelerek, durumu globalizasyon enjeksiyonu olarak görüyor, “azınlık hakları”ndan söz edildiğinde ülkenin dış mihraklar tarafından bölündüğünü düşünüyor.

Ayrımların pamuk ipliği ile birbirine tutunduğu yerlerde insanın içi bir başka acıyor. Sözü Beyrut’a getireceğim. Bazı mahallelerinden sadece arabayla geçebildiğiniz, bazı yerlerinde fotoğraf çekerken göz altına alınabileceğiniz Beyrut’a. Lübnan’ın yaşadığı sert politik ayrılıkları anladığınızı sandıkça daha derin muammaya gömülüyorsunuz. Arapça konuşan dünyada kültür ve sanat tartışmaları platformu oluşturan Home Works kültür forumunun dördüncüsünü takip etmek için gittiğim Beyrut’ta ilk gün tanıştığım Khalil Joreige “Beyrut küçük görünür, ama yerler arasındaki mesafeler göründüğünden daha büyüktür,” demişti. Ne demek istediğini birkaç sonra Beyrut’ta yaşayan farklı grupların birbirine nasıl değmediğini fark ettiğimde anladım. Şehrin güneyindeki Şii mahallelerinin sınırını yol kenarlarındaki kalaşnikof tüfekli bayraklarıyla verilen şehitleri öven Hizbullah panolarını gördüğümde. Şehir gergindi. (Nitekim tek Arap LGBT örgütü Helem’in de barındığı Zico House’un birkaç blok ötesindeki Future TV bir ay sonra darbe benzeri bir eylemle bombalandı.) Home Works dahilinde intihar bombacıları meselesini tartışmak için bir araya getirilen panel gerçekten fiyaskoydu. Acılar o kadar tazeydi ki, kimse durumu teorize edemiyordu bile. Öte yandan tartışanlar hep aynı gruptandı, tartışmanın kendisi de bir yerde kilitlenmeye ve kendini tekrar etmeye mahkumdu.

Home Works programı dahilinde, Arab Image Foundation’ın da kurucularından sanatçı Akram Zaatari hazırladığı video programı “Let it Be” ile bu gerginliğin içinde kendine cinselliğin şiirselliğini ön plana çıkarmak istedi. Ağırlıklı olarak seksenlerin New York gay çevresinde üretilen videolardan romantik- ama kanımca tek yönlü- bir seçme yapan Akram seçkisini geceyarısı sineması formatında gösterdi, hatta pornografik göndermeleri olan bir seriyi şehir merkezine uzak, mimar Bernard Khoury’nin Karantina bölgesindeki stüdyosunda yapmayı tercih etti. Eşcinselliğin yeraltı gece kulüpleri dışında çoğunlukla hasır altı yaşandığı, kendisi farklı olmasına rağmen erkek egemen geleneksel Arap kültüründen nasiplenen –böyle bir ayrılık halindeki- Beyrut’ta bence bu programın sadece sanatsal bir hareket olarak gerçekleşmemesi gerekirdi. Üzerine kurulu olduğu hikayeler hep beyazdı, esas problemli bölgeye pek girmiyordu. Ama bu belki de esas “tehlikeli meseleler” üzerine hala anlamlı bir üretimin ortaya çıkmamasından kaynaklanıyordu.

“Let it Be” dahilinde işleri gösterilen William E. Jones’u bu vesileyle tanımak ise yaptığım bütün eleştirilere rağmen benim için Beyrut’ta oluşumun önemli kazanımlarından biriydi. Aynı zamanda porno endüstrisinde de -takma adla- çalışan Jones, dünyanın dört bir tarafında gösterdiği işlerinde üretilen arzu konumlarını yeniden ele alı, bakışı oluşturan katmanları kendi eliyle analiz edip tekrar kurgulamayı deniyor. Örneğin, 1962’de Ohio Mansfield’de polisin yerleştirdiği gizli kameralarla tuvalette ilişkiye girmiş eşcinsel çiftleri görüntüleyip bu görüntülerden “cinsi sapıkları”n nasıl yakalanacağı üzerine hazırladığı eğitimsel filmi internetten düşük kalitede bulmuş, sonra bu filmi temizleyip yeniden kurgulamış. The Fall of Communism as seen in Gay Pornography’de (1998) Doğu Avrupa’da kapitalizmin gelişinden sonraki dönemde erotik videolarda oynamak isteyen genç erkeklerle yapılan ön görüşmeleri kurguluyor. William E. Jones eşcinsel arzuyu farklı kritik etmenlerle bir arada analiz etmeye çalışan işleriyle kendine daha sınırlamayan ama eklemleyen bir perspektif kurmak istiyor. (www.williamejones.com)

31 metrelik Mehmetçik anıtından buraya geldik. Sözün kısası, bugünkü neo-liberal muhafazakar iklimde, farklılığı kıran stratejilere karşı Türkiye’yi sadece kendi meselelerinin sınırları ile soyutlamadan düşünen duruşları geliştirmek durumundayız. Mühim olan aynı anda hem tekil hem de çoğul olabilmek, medyadan bangır bangır yayılan ve çoğunlğun sesi olarak gösterilen populizme karşı sorgulayan karşı duruşu anlamlı ve sürer biçimde kurabilmek.

No comments: