Wednesday, September 30, 2009

film yazılarından: Yazgı by Zeki Demirkubuz


Ovul Durmusoglu. Fate. Mental Minefields: The Dark Tales of Zeki Demirkubuz. 2007. Review.
Yazgı / Fate
In his films, Zeki Demirkubuz dives recklessly into the fundamental contradictions of life without being afraid of falling into deep and basic controversies. He passionately searches for his human-ness in the darkness. Yazgı (Fate, 2001), the first film in his trilogy “Tales of Darkness,” offers a controversial interpretation of Albert Camus’s literary classic of alienation, The Stranger.
The title of the film refers to a central, recurring motif in Demirkubuz’s cinema: destiny. His latest masterpiece carries a similar name, Kader (Destiny, 2006). Both of these words signify destiny while Fate especially underlines predetermination. “Written on my forehead,” a frequently used colloquial saying in Turkish, signifies a mode of thinking connected to the more Islamic way of resigning oneself to God. The gist of the film lies in its interpretation of the discourse of apathy and socially detached individuality in The Stranger as an unchangeable destiny. For Demirkubuz, the darkness of the underground is a fate to be borne by human beings in life.
In name, our anti-hero Musa (Serdar Orçin)—surely one of the personas of the director himself—echoes Meursault and the prophet Moses. He lives alone with his mother in a lower-class neighborhood in Istanbul and works in an ordinary customs office. He has simple but persistent habits, and his taciturn and distanced attitude reveals itself in his standard reply to all questions: “I don’t care, it’s all equal to me.” Contrary to expectations, things happen in the course of the film but do not lead to catharsis or epiphany for Musa. He does not react to finding his mother dead in her bed one day. He does not care that he is marrying a young woman he does not like or even care to get to know. He shows no reaction when he is sentenced to life in prison for three murders he did not commit. Fleshed out marvelously by Serdar Orçin, Musa carries the same disinterested and blank attitude throughout the entire film, which makes it difficult for the audience to identify with him. Since Demirkubuz understands the nihilism of the underground as the main critique of the morals of society, of what is deemed good and evil in life, he presents Musa’s absurd apathy not as an adopted behavior but as a critical frame of mind that he has had from the beginning as a radical choice about life. Musa is a silent spokesman interrogating the hypocrisy of values, vice, guilt, and the pseudo- correctness of society’s morality.
The power of Fate comes from Demirkubuz’s confrontation with his audience’s expectations, both morally and cinematically. In a long dialogue near the end of the film, Demirkubuz explains his stance on developing a film such as this, and through Musa’s words he challenges the audience by asking them the source of Musa’s guilt: Is Musa guilty of homicide now or of not being sad about his mother’s death? Demirkubuz persistently escapes the clichés of psychologically-oriented films. While escaping them, he uses seemingly under-elaborated visual aesthetics that never overwhelm his effective storytelling, but instead nourish it. In the end, it is impossible not to react to what he does in Fate. He thrives on the fundamental question of what is beyond good and evil, and urges the audience to look into their own darkness through his controversial, archetypal individual of modernity, coming this time not from France but from Turkey.

Ovul Durmusoglu. Mental Minefields: The Dark Tales of Zeki Demirkubuz. Eds. Zeynep Dadak-Enis Kostepen. New York: Altyazı, Arte East, Moon and Stars Project. 2007.

Yazgı
Zeki Demirkubuz, filmlerinde yaşamın temel çelişkilerine derin ve ana tartışmalara düşme korkusunu duymadan, pervasızca dalar. Karanlığın içinde insanlığı tutkuyla arar. “Karanlık Hakkında Öyküler” üçlemesinin ilk filmi olan Yazgı (2001) da Albert Camus’nün yabancılaşma üzerine klasik romanı Yabancı’nın tartışma yaratan yorumunu sunar.
Filmin adı, Demirkubuz sinemasında merkezi ve tekrarlanan bir öğe olan kadere gönderme yapmaktadır. Son başyapıtı da benzer bir isim taşımaktadır: Kader (2006). Her iki sözcük de kaderi temsil etmekle birlikte, Yazgı önceden belirlenmişliği özellikle vurgular. Türkçe’de sık kullanılan “alın yazısı” ifadesi, insanın Allah’a teslim oluşuyla bağlantılı bir yaklaşımdır. Filmin özü, Yabancı’daki duyarsızlık ve toplumsal açıdan bağlantısız bireysellik söyleminin değişmez bir kader olduğu yolundaki yorumda yatar. Demirkubuz için yeraltının karanlığı, yaşam içinde insanların taşıması gereken bir yazgıdır.
Adına baktığımızda anti-kahramanımız Musa (Serdar Orçin)—elbette yönetmenin kişiliklerinden biri—Mersault ve Musa peygamberin yankısıdır. Yalnızca annesiyle birlikte İstanbul’da alt sınıfın oturduğu bir semtte yaşamakta, sıradan bir gümrük bürosunda çalışmaktadır. Basit ancak vaz geçmediği alışkanlıkları vardır; suskun, mesafeli tutumu bütün sorulara verdiği değişmez cevapta kendini gösterir: “Fark etmez; benim için hepsi bir”.
Beklentilerin aksine, filmde bir şeyler olur ancak bunlar Musa açısından bir katarsis ya da tecelli’ye yol açmaz. Bir gün annesini yatağında ölü bulduğunda tepki göstermez. Hoşlanmadığı, hatta yakından tanımak bile istemediği bir kadınla evleniyor olmasına aldırmaz. İşlemediği üç cinayetle ilgili olarak ömür boyu hapis cezasına çarptırılmasına tepkisiz kalır. Serdar Orçin’in başarıyla canlandırdığı gibi bu olan bitene duyarsız ve boş tutumunu film boyunca sürdürür. Bu da izleyicinin, kendini Musa ile özdeşleştirmesini zorlaştırır. Demirkubuz yeraltı nihilizmini toplumsal ahlakın, yaşamda neyin iyi neyin kötü kabul edildiğinin ana eleştirisi olarak ele aldığı için Musa’nın absürd duyarsızlığını edinilmiş bir davranış biçimi olarak değil, yaşam hakkında yapmış olduğu kökten bir seçimden kaynaklı eleştirel bir düşünce yapısı olarak sunar. Musa değerlerin, kötülüğün, suçluluğun ikiyüzlülüğünü; toplum ahlakının sahte doğruculuğunu sorgulayan sessiz bir sözcüdür.
Yazgı’nın gücü, Demirkubuz’un izleyicinin beklentisiyle hem ahlaki açıdan hem de sinema açısından yüzleşmesinden gelir. Filmin sonuna yakın bir monologda Demirkubuz, böyle bir filmi yapmasındaki duruşu açıklarken Musa’nın sözleri yoluyla da izleyiciye Musa’nın suçluluk duygusunun kaynağını sorarak onları kışkırtır: Musa şimdi cinayet işlediği için mi suçludur, yoksa annesinin ölümünden üzüntü duymadığı için mi? Demirkubuz psikolojik doğrultusu olan filmlerdeki kalıplardan ısrarla kaçınır. Bunlardan kaçınırken gerektiği kadar ince işlenmemiş gibi görünen, öykünün etkili anlatımı bastırmak yerine zenginleştiren bir görsel estetik kullanır. Sonuçta, Yazgı’da yaptığı şeye bir tepki göstermemek olanaksızdır. İyiliğin ve kötülüğün ötesinde ne olduğu yolundaki temel soruyla güçlenir; izleyiciyi tartışma yaratan, modernitenin arketiplerinden, ancak bu kez Fransa yerine Türkiye’den gelen, bu birey yoluyla kendi karanlıklarına bakmaya teşvik eder.


İngilizce’den çevrilmiştir.

Dominique Gonzales-Foerster in collaboration with Dia and Hispanic Society






































The collection itself — letters, novels, books of hours, maps, sailing charts, marriage contracts (including one from 1476 for Ferdinand and Isabella’s eldest daughter), land grants, catechisms, scientific treatises and other documents dating back as far as the 12th century — fills the cavernous floor below, in a procession of dimly lighted shelves that can be peered at through small windows, giving the space the feeling of an aquarium or the nocturnal rooms of a zoo.

When the French artist Dominique Gonzalez-Foerster visited these basement stacks for the first time two years ago, the impression that came over her immediately, partly because the collection seemed at the same time so monumental and so cloistered, was “this Citizen Kane, Xanadu feeling,” she said in a recent telephone interview from Paris, where she lives and works part of the year. Sitting in the stacks amid the smell of dusty paper and buckram, she began to envision a kind of parallel library, as if the society’s could somehow dream itself a new existence.

And with help over the last few months from a team of painters and the society’s librarians, it now has, in a way. On Wednesday “chronotopes & dioramas,” an exhibition by Ms. Gonzalez-Foerster that is part of the Dia Art Foundation’s unlikely temporary partnership with the Hispanic Society, opens in a space next to the society that could almost be an annex to its library.

The work presents a meticulously fashioned fantasy of a library in which shelves have become obsolete, and books, like examples of living creatures, are displayed in illusionistic dioramas that evoke those of the American Museum of Natural History. In this kind of library the Dewey decimal system has been replaced by a subjective method of categorization about as straightforward as Symbolist poetry. Franz Kafka, J. G. Ballard, Adolfo Bioy Casares and Gertrude Stein find themselves grouped together in the depths of the North Atlantic, as writers whom Ms. Gonzalez-Foerster sees as links between Europe and the Americas. Jorge Luis Borges and Roberto Bolaño share company in the desert. And Paul Bowles, Elizabeth Bishop and the Brazilian poet Oswald de Andrade are classified under the tropical, their books displayed in a rain-forest diorama in which the ruins of a Modernist house can be seen peeking out of the undergrowth.

wael shawky at townhouse

WAEL SHAWKY
Clean History

September 29—October 24, 2009
عـربي


wael
Darb al arba'in (the forty days road), 2005-2009
4 synchronized video channels installation, 33.3 min.


OPENING September 29, 2009, 8pm

Townhouse Gallery of Contemporary Art is pleased to present an exhibition of work by Wael Shawky, in both the Factory and first-floor gallery spaces. This will be the artist’s first solo show in Cairo since 2006.

These recent videos and drawings reveal Shawky’s continuing investigation into how cultures contrast and combine. Through strategies such as storytelling, performance, and reenactment, often making use of child actors, Bedouin landscapes, or featuring the artist himself, Shawky distills complex sociocultural issues into arresting images and narratives. At once playful and multilayered, his works are symbolic explorations of contemporary Egypt and beyond.


Darb El Arbaeen (Forty Days’ Road), 2007
A four-channel video projection installed in the Factory, juxtaposes nomadic and agricultural ways of life. The road of the title, an ancient trade route through the desert that links Egypt and Sudan, is here traveled by a man and his water buffalo, who have left their village in search of a well. While the farmer and the Bedouin are traditionally seen in opposition, and agricultural society as more “advanced,” the video shows how they draw strength from each other. Darb El Arbaeen was previously exhibited at Kunsthalle Winterthur, Switzerland, and at Bunkier Sztuki, Krakow, Poland.

Telematch Suburb, 2008
On view in the first-floor gallery, is the fourth video in the “Telematch” series (which also includes Telematch Upper Egypt, Telematch Sadat, and Telematch Market). Named after a 1970s German television in which inhabitants of different German towns competed against each other, the series examines issues of sex, class, politics, and generational divides in Egypt from the ’70s until today. Telematch Suburb plays on the performativity of culture, as residents in a rural area in Egypt's Nile Delta watch a heavy-metal concert in the middle of their village. The video was commissioned for the 2008 SITE Santa Fe Biennial in New Mexico, and Shawky originally planned to film a Native American dance, the kind often put on for tourists in the southwestern United States. When the biennial organizers objected, citing local sensitivities, the artist moved his site to Egypt, and reversed the roles: Now the “modern” entertains the “traditional”—and the latter is distinctly unimpressed.

wael
Telematch suburb, 2008
video, 9.1 min.

Also on view in the gallery is a set of drawings that accompanied Telematch Suburb as part of a larger installation in the Santa Fe Biennial. The drawings were inspired by a visit to Santa Fe’s Museum of International Folk Art, where Shawky was struck by how the region’s hybrid history is retold. In the museum displays—nowhere more apparent than in the large toy collection—Native American and Spanish identities are condensed into simple, readable forms.

persembe gunu die casting

Thursday, September 24, 2009

prophecy of PJ


On a rooftop in Brooklyn
At one in the morning
Watching the lights flash
In Manhattan
I see five bridges
The Empire State Building
And you said something
That I've never forgotten

We lean against railings
Describing the colours
And the smells of our homelands
Acting like lovers
How did we get here?
To this point of living?
I held my breath
And you said something

And I'm doing nothing wrong
Riding in your car
The radio playing
We sing up to the eighth floor
A rooftop, Manhattan
At one in the morning
And you said something
That I've never forgotten

You said something
You said something
You said something
That was really important

gundemde tutalim

14/09/2009 08:36

Sanat Eleştirmenleri Derneği AICA'nın En Eleştirel Yapıt ödülünü kazanan Aydan Mürtezaoğlu ile Bülent Şangar, bir mektupla ödülü eleştirdi

İSTANBUL - Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği AICA Türkiye, 11. İstanbul Bienali’nde yer alan işlerin arasından yapılan değerlendirme sonucu ‘En Eleştirel Yapıt’ ödülünü, Aydan Mürtezaoğlu ve Bülent Şangar ikilisinin ‘İşsiz İşçiler- Sana Yeni Bir İş Buldum’ çalışmasına verdi. AICA Türkiye jürisi Ahu Antmen, Ali Akay, Ayşegül Güçhan, Evrim Altuğ, Ayşegül Sönmez, Aslı Çetinkaya ve Cem Erciyes’ten oluşuyordu.
Önceki gün Elgiz Müzesi’nin Maslak BabyGiz plazadaki yeni mekanının açılış töreninde yapılan ödül törenine Mürtezaoğlu ve Şangar, eleştirinin mükafata tabi olmadığını bildirerek katılmadı. Tasarımını Akın Nalça’nın yaptığı ödülü almak üzere ‘İşsiz İşçiler- Sana Yeni Bir İş Buldum’ projesinde bienal boyunca işçi olarak çalışan gençler geldi. Ödülü alan Özgen Kaybaki, ödülü ve bienali kıyasıya eleştirdi ve bienalin sloganı ‘İnsan Neyle Yaşar?’ sorusuna gönderme yaparak “Bizim için bienalden önce işsizdiniz, şimdi işiniz var denildi, biz işsiz de yaşarız bunu belirtmek isteriz sadece sanat yaparak. Ve ben böyle yaşayanlara buradan sesleniyorum: devam” dedi.
Sanatçı ikilisi Aydan Mürtezaoğlu ve Bülent Şangar’ın ödülle ilgili eleştirilerinin yer aldığı mektup, AICA Türkiye Başkanı Ayşegül Sönmez tarafından okundu: “Eleştirellik insanın doğasındandır; aidiyet, kimlik, ilişkisellik, öznellik ve daha pekçok açıdan varoluşunu belirleyen, en önemli unsurlardan biridir. Eleştirellik, en ibaresi ile pekiştirilip, kategorize de edilemez. Kategorize etmek, soyutlamak, eleştiriden arındırmak, eleştiricilik değil midir? Eleştiri hakkı, eleştirel söylem tek bir kişi ya da grup veya cemaatin tekelinde de olamaz.”
Ayşegül Sönmez eleştirilerle ilgili “AICA Türkiye olarak bu ödülü, günümüzde güncel sanatın en temel unsuru haline gelen eleştirel yaklaşıma yakından bakmak, eleştirinin doğası üzerine düşünmek üzere verdik. Sanatçı ikilisinin ödülle ilgili eleştirileri ve ödülü almak üzere gelen genç arkadaşlarımızın tören konuşmalarındaki sert bildiri tadındaki açıklamalarıyla tam da istediğimiz gerçekleşti” diye konuştu.

Wednesday, September 23, 2009

CIRCA 129


Editorial | Peter FitzGerald
Update
IM projects editorial | IM projects

Features
Vox pop - 'The Messiah' | IM Projects, Binna Choi, Jeffrey Vallance, Paul O'Neill, Vincent Honoré, Tom Morton, Ahmet Ogüt, nero, Vanessa Desclaux, Ovul Durmusoglu, Raimundas Malasauskas, Cornelia Lauf, Jamie Shovlin, Marcelline Delbecq, Will Holder
Tenebrous dialectics: contemporary art and the limits of enchantment | Dieter Roelstraete Why has the spiritual reentered contemporary art?
In conversation with Adrian Rifkin | IM projects A leading art educationalist talks autobiography and much else besides
Chapters // myth | Tessa Giblin with Amalia Pica, Mario García Torres, Michael Fortune and Aileen Lambert, Lee Welch, Melvin Moti Nine takes on storytelling and fantasy in contemporary practice

Projects
Proximity - no means a marker of accessibilityy | Ilsa Colsell and Conor Donlon
Put your arms around me honey, 2009 | Susan MacWilliam
Untitled, 2009 | David Ferrando Giraut
Rap collage 2, 2009 | Spartacus Chetwynd

caster'i allamislar pullamislar

Tuesday, September 22, 2009

bayram aktivitesi bienal gezmesi

amerika projemiz baslayinca biraz blog dinlendirelim dedik.
mladen ve yildiz'la calistigimiz hepimizi cok besleyen sure boyunca ozellikle bienal gezme kosturmasina girmedim; gormeden de hicbir yorumda bulunmak istemedim.
bugun tutun deposu'na da gittim, grandtour'u tamamlamis oldum.
hazir yazilarimi yaziyorum kafamda taze biraz da buraya yazayim.

bu bienal, meselesinde agirlikli eski yugoslavya, eski sovyet ulkeleri ve ortadogu'dan besleniyor.
avrupa'da gecirdigim son birkac yildan sonra bolgesel uretimin onemine giderek daha da inandigim icin bu yaklasimin bendeki etkisi genelde olumlu ; WHW'nin superstar isimlerden uzak durmaya calismasi da yerinde; bazi sanatcilardan birkac isin secilmesi ve mekanlara dagitilmasi da iyi bi strateji olmus. hanru'nun negri cikisli asya bakisli bienalinden sonra brecht cikisli bolge bakisli yeni bienalimiz hanru'nun globalizasyon okumalarini da gorerek kendi okumasini kuruyor.

en basarili yerlestirmeler ferikoy rum okulu'ndaydi. lisi raskin'in alt katiyla baslayip avi mograbi'nin Z33'uyle patlayip doa aly'nin videosuyla sonlanan loop mekanla guzel bir konusma halindeydi. nefes alarak geziliyordu, didaktige mi baglayacak dedigim yerlerde cok disi gecisler beni olumlu sasirtti. detayina bir kere daha gordukten sonra girmek istiyorum; ayri ayri isler uzerinden okunacak turden bir yerlestirme degildi. anlasilan hanru'nun akm'den aldigi ilhami whw de rum ilkokulu'ndan almis.

antrepo zor mekan. her geleni zorluyor. antrepo sergisinin olu noktalari vardi, atil kalip calismayan. ama danica dakic'in isola bella'si, rabih mroue yerlestirmeleri, aydan murtezaoglu ve bulent sangar'in bir kendiliginden bir diyalog platformuna donusen issizlere is projesi (ayri bir yazi konusu), mladen stilinovic'in dunyanin en zengin uc kisininin mal varliginin en fakir alti yuz milyonunkine esdeger oldugunu gosteren posterli yerlestirmesi, arthur zmijevski'nin demokrasiler ve iki anit videolari, aralara giren yuksel arslan kapital serpistirmeleri, bureau d'etudes'un teror organizasyonu haritasi serginin guzel anlariydi. kuratorlerin turkiye'den nilbar gures, isil egrikavuk, nevin aladag, inci furni ve canan senol'u biraraya getiren bir sanatci listesi secmelerini cok olumlu buldum. inci'nin desenleri marwan'in altmislarda yaptigi resimlerle ve jumana abil jabboud'un tutun deposu'ndaki desenleriyle cok guzel konusuyordu. nilbar'in ferikoy rum okulu'ndaki unknown sports yerlestirmesini es gecmemek lazim. antrepo'daki cizimleri bana biraz deniz bilgin'i animsatti. canan, nilbar ve isil'in isleri sanja ivekovic, kwiekulik ve margaret harrison'un yerlestirmeleriyle ortusuyordu. sanja ivekovic'in uc sergi mekanina da burusturulup yere atilmis kirmizi kagit topaklari olarak yaydigi turkiye raporu isini cok ama cok sevdim. ablamiz yine yapmis. STKlarin kadinin konumu uzerine ortaklasa olarak hazirladigi cok can alici meselelere el atan bu raporun gordugu gorececegi muameleyi hepimizin suratina suratina vuruyordu.

butun mekanlar arasinda en zayif tutun deposu. kimileri chto delat'in islerini cok fazla ogretici bulmus, ben korolu videosunda cok eglendim. ama en begendigim karen andressian'in stephen wright'la yaptigi ontolojik yuruyusler videosuydu. stephen'in ontoloji, politik ve hata kavramlari uzerine dokturdugu videoda karen andressian'in cikis noktasi erivan'da gecen yilki hileli secimlerden sonra insanlarin belirli sokaklarda mekanlarda belirli tarihlerde toplanarak gerceklestirdikleri sessiz yuruyuslermis. ha bir de jesse jones'un mahogany isini unutmamak gerek.

en temel elestirim bienalin cok kuzey yarikure agirlikli olmasi ve fazlasiyla beyaz bir noktada kalmasi. durumu filistin meselesini besleyerek asmaya calismislar. latin amerika'dan daha cok is beklerdim ben, siyahlarin sol soylemle kurdugu iliskilerin de bu bienalde temsil edilmesini dilerdim. yani brecht'in avrupa cikisli diyalektiginin guney yarikuredeki okumalariyla/yayilmalariyla ilgili daha fazla sey olmaliydi.

bende tablo hem rehberde yayinlanan hem de tutun deposu'nun son katinda acilan hangi sanatci nerden, hangi para nerden istatistik bilgileri gorunce daha oturdu. produksiyona harcanan parayi, sanatcilarin hicbir ucret almayisini, kuratorlerin tek kurator odenegini paylasmasini, hangi mekanlarin istenip cesitli nedenlerden alinamadigini acarak bienal izleyicisini biraz da sistemi gormeye davet etmisler.

ekspres'in bu sayisina attigi baslik 'whw'nin cevaplayamadigi soru kapital neyle yasar'di.
evet sergi bu anlamda cok yaramazlik yapan bir sergi degil. kimileri whw'nin bu yaklasimini cok naif bulmus. daha sert olabilirmis katiliyorum. hanru'nun gecen yil aldigi tepkilerden sonra turkiye'ye cok dokunmaya cesaret edememisler. keske biraz daha acik dokunabilselermis dedim. ote yandan keske bienal elestirisini yapanlar derslerine biraz daha iyi calisip daha sert durusu kendileri sergileselermis de dedirttiler; cunku...

begenal korosunu basindan beri cok ciddiye alamadim ama direnistanbul'un ilk metnini gordugumde cok heyecanlanip bloga koymustum. hali hazirda imf'in istanbul'a gelisiyle ilgili hazirlandiklarini biliyorduk. ortaya konan eylemlerin nasil olacagini merakla bekliyordum. benim icin biraz hayalkirikligi. cok mu sey bekliyordum. ama boyle bir metinle geldikten sonra ben aktivistlerimizden acilis sabotajlarindan sonra koc ile brecht yanyana gelemezden birkac adim ileri bir okuma bekliyordum. isleri kapatmaktan uzerlerine etiket yapistirmaktan daha ileri eylemlerle. neden bienal yapisina karsiyiz, whw'nin brecht okumasi yerine biz turkiye'ye kendimizce boyle bi okuma oneriyoruz kapsamli bir direnis istedim. cunku bienal'e karsi cikmak demek, soylediklerini soyleyebilmek icin zoru secen, calisma kosullarini bildigim cogu bienal sanatcisinin islerinin sesini kismaya calisarak yapilmamali. birkac arkadasim bana guvenlik gorevlilerinin acilista karsit grupta gordugu insanlari nasil tartakladigiyla ilgili mailler attilar. tabii bu yazdiklarim o tutumu hicbir sekilde mesru kilmaz.

yoruldum. geri kalani simdilik kisaca.

paralel etkinlikleri cok zayifti. istanbul'un galeri oryantasyonu iyice meydane cikmis oldu.

ote yandan da sanat destek mekanizmasinda monopolleri tartismaliyiz. cunku neredeyse her guncel uretim yerinde ayni ismin destegini gormek/duymak uzun vadede cok saglikli degil. erste bank'in dogu avrupa uretim ortamini nasil bozuyor oldugunu bilenler bilir. mladen stilinovic de koymus tutun deposundaki yerlestirmesine erste bank'i satalim diye.

sonuc: birlestirici bakis. siniflari cinsiyetleri kimlikleri ve dilleri global seri uretim haline gelen farklilik cukuruna dusurmeden katmanlayabilmek. esas felsefe metafizik degil eylem yapmaksa. daha cok problem yaratmak uretimle. o noktada eylemle hayat bir. yasadigimiz ve yaptigimiz birbirini tutmadikca da surebilir bir soylem yaratmak mumkun degil.

Sunday, September 6, 2009

fesuphanallah: hasankeyf esittir birtakim tahrip olmus yapilar


Cevre ve Orman Bakanlığı’ndan gelen cevapta, Ilısu Barajı’nın bir zaruret olduğu belirtilerek, barajın iş imkânı ve geçim kaynağı getireceği vurgulandı. Sular altında kalacak yapılarla ilgili de şu ifadeler kullanıldı: “Hasankeyf’teki en mühim tarihi ve kültür varlıklarına sahip olan ‘Yukarışehir’ suları altında kalmayacaktır. Sular altında sadece bir takım tahrip olmuş yapıların bulunduğu ‘Aşağışehir’ kalacaktır.”
Çevre Bakanlığı’nın yanıtı İTÜ öğretim görevlisi Prof. Dr. Zeynep Ahunbay’ı şoke etti: “Aşağı Hasankeyf demek, Hasankeyf’in en az yüzde 60-70’i demek. Birçok tarihi eser burada bulunuyor. Tahrip olmuş yapılar da olabilirler ancak bu eserler suya bırakılmayacak kadar değerlidir. Kale’nin aşağısında kalan tüm eserler Aşağı Hasankeyf’e giriyor.”
Hasankeyf’i Yaşatma Girişimi sözcüsü Diren Özkan’a göre ise tarihi eserleri ‘tahrip olmuş’ diye tanımlamanın bir anlamı yok:
“Eserlerin taşınacağı söyleniyordu. Ancak bu eserlerin taşınamayacağı anlaşılınca ‘harap olmuş’ şeklinde açıklamalar yapılıyor. Önemli olan eserlerin restore edilmesidir. Zaten kazılarda çıkan eserler de tahrip bir şekilde çıkıyor. O zaman hiç kazı yapılmasın ve eserler gün yüzüne çıkmasın.”

Wednesday, September 2, 2009

Resistanbul'dan Bienal'e Cagri Var

Conceptual Framework of Direnal-Istanbul Resistance Days: What Keeps Us
Not-Alive?

An open letter to the curators, artists, participants of the 11 th
International Istanbul Biennial and to all artists and art-lovers

“We have to stop pretending that the popularity of politically engaged
art within the museums, magazines and markets over the last few years
has anything to do with really changing the world. We have to stop
pretending that taking risks in the space of art, pushing boundaries of
form, and disobeying the conventions of culture, making art about
politics makes any difference. We have to stop pretending that art is a
free space, autonomous from webs of capital and power.

It’s time for the artist to become invisible. To dissolve back into life.”

We have read the conceptual framework of the 11th International Istanbul
Biennial
with great interest and a grin on our faces. We have long
understood that the Istanbul Biennial aims at being one of the most
politically engaged transnational art events. And what a coincidence!
This year the Biennial is quoting comrade Brecht, dropping notions such
as neolibreal hegemony, and riding high against global capitalism. We
kindly appreciate the stance but we recognize that art should have never
existed as a separate category from life. Therefore we are writing you
to stop collaborating with arm dealers such as the Koç Holding which
white wash themselves in warm waters of the global art scene and invite
you to the life, the life of resistance.

The curators wonder whether Brecht’s question ‘What Keeps Mankind Alive’
is equally urgent today under the neoliberal hegemony we live under. We
add the question: ‘What Keeps Mankind Not-Alive?’. We acknowledge the
urgency in these times when we do not have the right to work, we do not
get free healthcare and education, our right to our cities our squares
and streets are taken by corporations, our land, our seeds and water are
stolen, we are driven into precarity and a life without security, when
we are killed crossing their borders and left alone to live an uncertain
future with their potential crises. But we fight. And we resist in the
streets not in corporate spaces reserved for tolerated institutional
critique
so as to help them clear their conscience. We fought when they
wanted to kick us out of our neighborhoods, from our houses in Sulukule,
Gülensu and Ayazma, we also fought against those who would smear the
land with cyanide to search for gold in Bergama and the Kaz Mountains,
those who aggrieved hazelnut producers in Giresun and cotton producers
in Cukurova, those who blackened the lives of jeans sandblasting workers
with the silicosis disease, making them work for 12 hours a day in
unhealthy conditions in workshops, those who turned the docks into a
death camp at Tuzla by not providing the workers safe working
conditions, those who endanger the lives of the people in the region in
Sinop and Akkuyu by wishing to construct nuclear power plants, and those
who caused workers in Desa and Yorsan to be fired for registering with
trade unions. And our fight and hope keep us alive.

The curators also point out that the one of the crucial questions of
this Biennial is “how to 'set pleasure free,' how to regain
revolutionary role of enjoyment”. We set pleasure free in the streets,
in our streets. We were in Prague, Hong Kong, Athens, Seattle,
Heilegendamm, Genoa, Chiapas and Oaxaca, Washington, Gaza and Istanbul….
Revolutionary role of enjoyment is out there and we cherish it
everywhere because we need to survive and we know that we are changing
the world with our words, with our acts, with our laughter. And our life
itself is the source of all sorts of pleasure.

And we are in İstanbul and preparing ourselves to welcome 13.000
delegates of the IMF and the DB as we do wherever they go. We declared
that we are not hospitable. We will take it to the streets in the
carnival of resistance (1-8 October) and shut them down.

Join the resistance and the insurgence of imagination! Evacuate
corporate spaces, liberate your works. Let’s prepare works and visuals
(poster, sticker, stencil etc.) for the streets of the resistance days.
Let’s produce together, not within the white cube, but in the streets
and squares during the resistance week! Creativity belongs to each and
every of us and can’t be sponsored.

Long live global insurrection!


Resistanbul Committee of Social Realism

http://resistanbul.wordpress.com/
http://direnistanbul.wordpress.com/

Resistanbul-Resistance Days Coordination Against IMF and World Bank will
work in September for the preparation and mobilization of Resistance
Days activities and actions. The exact date of the Visuals Workshop can
be followed from the website. For your participation, suggestions, and
more revolutionary information: direnal@gmail.com

Tuesday, September 1, 2009

theflamingoandtheboy'a iyi ucuslar. yolu pek acik olsun

kiymetli arkadasim theflamingoandtheboy blogosferden ucma karari vermis.
vardir bir bildigi.
yazinin baska atmosferlerinde nice guzel maceralar diliyorum kendisine.
ein flamingo, du biiiissst.

William E. Jones - ar/ge kunst Bozen